25 Aralık 2010 Cumartesi

KUKLACI


Eli tezgâha dayalı yarım, karmaşık hayallerinden birine dalmıştı yine. Griydi zihninin gökyüzü. Tedirgin, korku dolu sicimler dolanmıştı bedenine. Akşam ailesiyle önemli bir konuşma yapacak, sıkıntılı saatler geçirecekti ardından. Söyleyeceklerini toparlayamıyordu bir türdü aklında.
Sessizdi içerisi. Okulu kıran birkaç liseli, diz üstü bilgisayarında bir şeyler yazan genç bir kadın ve türk kahvesini ağır ağır yudumlayan yaşlı bir adam vardı. Kapı açıldı. Heyecanla kalkıp indi göğsü. Gelen genç bir çiftti. Sol yüzük parmaklarına baktı. Evliydiler. Ve kararsız…
“ Ben… ne içsem? Bir espresso ristretto alayım. Nasıldır tadı?”
“Yoğun içimlidir efendim.” Barista diliyle konuştuğunda ışıklı, cazip bir kadının ruhu giriyordu içine.
“O zaman capuccino olsun.” Para ödendi. Makinanın derinlerinden gelen donuk sese odaklandı herkes. Köpük kubbesi fincanın tepesine dökülünce alışveriş tamamlandı.
Barista: kahve yapımı konusunda özel eğitim almış kişilere verilen ad.

ÖĞRENCİ



Sis ile kaplıydı şehir. Yoğun, beyaz, bütün sıkıntıları ve sözleri örten bir sessizlik... Saat sekiz. Gözlerini açtı. Duvardaki posterlere baktı kim bilir kaçıncı kez. Görmek istediği ülkelerin haritadaki yerleri, birkaç kartpostal ve Fındıkkıran Operasının afişi… Geçen ay sınıftan arkadaşlarla gitmiş, aklının ve ruhunun bir kısmı orada, sahnenin devasa, büyülü dünyasında hapsolmuştu.
Yataktan kalktı. Ayakları soğuk marleye değince ürperdi. Terliklerini giydi hemen. Ardından Annesinin ördüğü hırkayı… Perdeyi araladı. Zemin katın penceresinden görünen dünyaya baktı kısa bir süre. İnsanlar, arabalar hızla akıp gidiyordu nehrin içinde. Dersin başlamasına bir saat var. Alelacele giyindi. Defter ve kitapları özenle yerleştirdi çantasına. Kapıyı usulca açtı...

20 Kasım 2010 Cumartesi

RUHLAR ÜLKESİ


Yılankavi bir sarılıktı bu… Martıların ve köpeklerin ayak izlerini takip ettim. Şeytanminarelerinin, sahile vuran kömür parçalarının arasından geçtim. Dalga sesleriyle örülü terkedilmişlik öyküsü anlatıyorlardı birbirlerine. Çantam ilerledikçe hafifledi. Durup içine baktım. Kıyafetlerim, fotoğraf makinam, defterim… Hepsi farkına varmadan kaçıp gitmişlerdi sıkıcı, melankolik dünyamdan. Sadece ufak bir kağıt parçası vardı üzerinde kısa bir not yazan. “Gerçek hayalin örtüsüdür.” Yeldeğirmenlerine karşı savaşan sakallıyı anımsadım. Yıldıramayacalardı beni. Sözlerim, hissettiklerim birleşik labirentler krallığının içinde saklıydı. İstediğim am canlandırabilirdim ruhlar ülkesinin ele avuca sığmaz karakterlerini...

14 Kasım 2010 Pazar

5 Kasım 2010 Cuma

ÖĞRETMEN


Sınıfın penceresinden ufka doğru uzanan ormana takıldı gözleri… Hava soğuktu. Kuzgunlar ağaçların en üst dalına konmuş, tüylerini kabartıyordu. Aklına bir şiir geldi kuzgunu unutmak ve ölümle ilişkilendiren. Öğrencilerine baktı. Tarihin en çetrefilli dönemlerinden birini okuyorlardı sessizce. Bizans İmparatorluğunun Çöküşü… Bir sonraki ders yazılı var. Üzerlerinde dolaşan hayali atları, yiğit savaşçıları gördü. Toz dumandı ortalık. Ardından kayboldu görüntü. Gerçek, devasa kanatlarıyla örttü düşleri. Buraya ilk geldiği günü anımsadı. Aslı’dan yeni ayrılmıştı. Söz yüzüğünü kasabanın girişindeki nehre atmış, kurtulmuştu içindeki yükten. Acımasızdı hayat. Ne demek “ Bir başkasını seviyorum”.
Bu kadar kolay yitip gider miydi sevgi ? İvedilikle kovdu karamsarlık bulutlarını. Yoksa birazdan yağmur başlayacak, sırılsıklam kalacaktı öğrencilerin önünde...

17 Ekim 2010 Pazar

GEÇMİŞTEN


Dün yirmi yıl önce yazdığım bir öyküyü buldum. Adı “İsimsiz Hikâye”. Yazdıktan kısa bir süre sonra Kalamış’a akrabalarımızı ziyarete gitmiştik. İki kardeş birlikte yaşıyordu aile büyüklerimiz. Nevin Teyze ve Necmi Amca. İkisi de hiç evlenmemiş. Annem mutfakta, Nevin teyze ile yemek hazırlarken biz Necmi Amca ile sohbet ederdik. Klâs adamdı. Sabahları şık röpteşambırını giyer, pencerenin kenarında gazete okurdu.
Kore gazisiydi. Savaş yıllarından kalma bir resmi vardı bizde. Hollywood artistlerine benziyordu. 12- 13 yaşlarında karşısına oturur yazar olma hayallerimden bahsederdim ona. Yazdığım hikâyeyi okudu. Beğendi. İsimsiz yerine bir öneride bulunup, başlığın yanına parantez içinde ( Adsız ) yazdı.
Öğle yemeklerine Güzin Teyze de katılırdı bazen. En büyük kardeşleriydi ve yalnız yaşıyordu. O da evlenmemişti. Geçmişten, oturdukları apartmanın eskiden ahşap bir ev olduğu güzel günlerden bahsederlerdi. Ve Annem’in çocukluğundan… Öykünün bir kısmını şimdi burada...

İSİMSİZ HİKAYE

Pencereyi açtı. Tatlı bir sıcaklık benliğini sardı. Sonra birden yan duvardaki karınca yuvasını farkerti. Ne kadar çok karınca var diye düşündü. Birbirleri ardına yuvaya girip çıkıyor, ağızlarındaki yiyecek parçalarını düşürmeden taşımaya çalışıyorlar. Ne karmaşa ! Karşı evin penceresi açıldı. Madam Viyoletta her zamanki gibi sardunyasını suladı. Sadece ikisinin bildiği anlaşılmaz, renkli bir dil ile konuştu onunla. Kim bilir kaç zamandır o evde yalnız başına yaşıyor diye düşündü. Böyle dalmışken Kıvılcım ayaklarına sürtündü. Kendini bildi bileli bir hayvan beslemişti. İlk çocukluğunda Anadolu’da yaşarken kırmızı gözlü iki tavşanı vardı. Sonra sırasıyla kanarya, kaplumbağa ve kedi... Fakat evde geçirdikleri ilk ayın sonunda ölmüştü bütün arkadaşları. Şimdi yetişkin, iş güç sahibi olamayan, huzursuz bir insandı. Ve kedinin evdeki yirmi yedinci günüydü. Dışarı çıktı. Salı pazarı ya, etraf curcuna. Pazarcılar ellerinde kalan son malı satmaya çalışıyorlar. Sokaklar sonu gelmeyen bir labirent gibiydi. Hızla yürüdü. Gölgeler yavaş yavaş büyüyor, hoparlörlerden ikindi ezanı yayılıyordu şehre.


15 Ekim 2010 Cuma

HAYYAM'DAN





Alemin sırlarını ne sen çözebilirsin ne de ben
Bu muamma harfini ne sen anlayabilirsin ne de ben
Perdenin bu tarafında senin benim dedikodularım var
Perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben...

13 Ekim 2010 Çarşamba

OKU, YAZ, HİSSET


Yeni bir kitap geçti elime. Adı "Minare Şehrinin Kadınları". Yazarı Prenses Mirza Rıza Han Arfa. Süheyl Babamın hediyesi... Sahaflardan almış. II. Abdülhamit dönemini- yaklaşık 1900-1908 yılları arasını- kapsıyor ve genç bir kadının gözünden anlatıyor İstanbul'u. Ya da yazarın deyişiyle İslambol'u. Çok dilli, kültürlü bir yer imiş buraları. Kadınların peçelerin arkasından solumaya çalıştığı, Göksu ve Kağıthane'de nispeten rahatlayıp karşı cinsle bakıştığı, hayal gücü ve umutlarıyla mutlu olduğu bir yer... Yazarı hakkında hiç birşey bilinmiyor. Kitap Almancadan çevrilmiş. Almancaya da başka dilden... Dergi, kitap.... Okudukça anlıyorum ne kadar az bildiğimi. Öğrenmek için zaman sınırlı... Yazmak, herşeyin ortasında sihirli, kocaman bir dünya...
Bir sürü konu var kafamda. İzlerken, konuşurken not alıyorum zihnimdeki deftere. Sonra kanepede kahve, müzik ve doğanın sesi eşliğinde harmanlanıyorlar. Karakterlere dönüşüyor ve kendi alemlerinde yaşamaya başlıyorlar. Satırlar arasında, kalemin ucunda ve kalbimde.En çok puslu günleri ve yağmuru sevdiklerini biliyorum. Kulağıma öyle fısıldadılar:) Geceyi Levni'nin bir minyatürü ile bitirelim...

16 Eylül 2010 Perşembe

ADA hikayesinden...

Aydınlık sanrısına tutulmuş yaşlı bir öykücü gibi seyrediyordu gelip geçen vapurları ikinci katın penceresinden. Pek çık insan vardı iskelede bekleşip duran. Kalın paltoları, yün bereleri içinde büzüşüp kalmıştı kimi. Bulvar gazetelerinin, olur olmaz hikayelerin içinde kaybolup gitmişti kimi de. Aralarında sarı pantolonlu bir adam vardı. Elindeki mavi poşeti sıkı sıkı tutuyor, ürkek gözlerle bakıyordu etrafa. Üşümemek için durduğu yerde sallanıyordu. Onunla birlikte poşetin içindeki otlarda savruluyordu bir o yana bir bu yana. Yerden onlarca metre yükseklikteki sokak lambaları yandı birden. Saat altı... Bu saatten sonra azimli bir komutan gibi adayı esir alan gaz lambalarının ve ışıldakların hükümranlığı başlar. Kapılar kilitlenir, sokaklar hızla boşalır. Korku, gezgin ruhunu sürükleyerek gelir çöreklenir adanın üzerine..

10 Eylül 2010 Cuma

KIRMIZI PABUÇLAR dan...


Kelebek ruhum yok ki benim ! Hiç bir zaman olmadı. Uzakların çağrısına hiç kapılmadım. Yağmurlu bir akşamüstü yürüyerek eve gitmeyi bile göze alamamıştım. Kabarık yünlü bir koyun gibi kalabalık servis minübüsüne binip, dışarıdan hızla geçen insanların, trafik lambalarının yalnızlığını seyredalmıştım. Evet... Ben de bir koyun insan olmuştum. Ve soğumuş, yarı bayatlamış bir simit yiyerek kutlamıştım bunu evde. Evde... Evimizde. Dairemiz ana caddeye bakıyor. Akşamları pencereden gördüğüm arabalar, yanıp sönen ışıklar ve deniz sıkıntı veriyor bana. Duvarlarda bir zamanlar çok sevip artık nefret ettiğim tablolar asılı. Salondaki büyük, pastel renkli koltuklar uykudan çok kaybolma hissi vadediyor. Televizyon izlerken aniden minderin içine çekilen bir kadın imgesi beliriyor zihnimde.
Evin değişik köşelerinde çevirilecek metinler, çalışma masasının çekmecesinde iki sigara ve mutfaktan gelen kızarmış tavuk kokusu... Birazdan yanacak. Gidip altını kapamalı. Aynaya da bakmalı giderken. Çizgiler, çubuklar gerilmeli. Ne garip bir yüzdür ortaya çıkan ! Çekik gözleri ve mahsun duruşu ile bir yarı Japon. On bir yılın ardından hala anne olamayan cefakar bir geyşa. "Benim olmayan bir çocuğu sevemem" diyen birine ısrarla, anlamsız bir görev bilinciyle sarılan
bir sarmaşık.

5 Eylül 2010 Pazar


Dolores'in sesini duyuyorum
Beni çağırıyor...
Saçlarımı kumların üzerine özenle bırakırken
Ve ağır aksak
Yaşlı bir kadın gibi yürürken sonsuzluğun izinden
Mavi ağacın yapraklarından örtünmeliyim...

Uykuya ihtiyacım var
Deniz fenerime, onun yanına giderken
Soğuğa ihtiyacım var
Biliyorum ki bir andan ibaret her şey
Mevsimlerin ard arda bir oyunmuşçasına gelmesi de öyle
Gölgelerimi ver bana
Sahildeki tepenin üzerinde
Bir başına oturabilmek için
Onlara ihtiyacım var...

26 Ağustos 2010 Perşembe

Sarozdayız. Tatile devam... Sabah denize girdik. Buzz gibi. İki günde iki kitap bitti. Karin Karakaşlı "Can kırıkları". Yavuz Ekinci "Sırtımdaki Ölüler". Yanımıza tatlı, minik bir köpek uğruyor sürekli. Korkuyorum:) Yan masada Saroz Teyzeler muhabette ! Bize sevgilerini gönderdiler. İleride kalabalık bir grup yemek masası kurmuş. Okey masasında üç hanım ve uyuklayan bir bey ! Her şey tıkırında !

23 Temmuz 2010 Cuma

Günün önerileri

Kitap: İnci Aral Safran Sarı. Kitabı dün aldım tatil için. Henüz okumaya başlamadım. Ama yazarın daha önce okuduğum üç kitabını da beğendim. Mor, Ölü Erkek Kuşlar. Taş ve Ten.
İçecek: Limonata. Yarım limonun çekirdeklerini çıkarın. Blender'a doğrayın. Yeteri kadar su, şeker koyun. Karıştırın. Süzdükten ve soğuduktan sonra içebilirsiniz.
İsim: Eflatun... Yeni öykümün baş kahramanlarından. İsim aniden aklıma geliverdi. Sonra internette araştırdım. Bursa'da yaşayan Eflatun Dede isimli bir derviş varmış.
Müzik: Piyanoda Arthur Rubinstein... Chopin çalıyor.
Tatlı: Kedi Dili Pastası. Tarifini başka bir gün veririm:)
PS: Ayşe beni okuduğunu bilmek ne güzel !
Yağmur damlaları düşüyor gökten... Deniz sıcacık ! Çocuklar bağıra çağıra yüzüyor, oynuyor suyun içinde.. İskeleye doğru hızla kulaç atıyorum. Burası Saroz ! Hava her an bir sürpriz yapabilir. Giyinir giyinmez yağmur olanca hızıyla yağmaya başlıyor. Bir yandan rüzgar. Önce plaj havlusunu başımıza siper ediyoruz. Sonra birbirimize bakıp "Boşver ıslanalım" diyoruz. Sırılsıklam varıyoruz eve. Babam çardağın altına kuş kafesini asmış. Onları içeri götürüyorum.
Hayat durağan, yavaş akıyor burada. Doğanın sesi- gece 12 den sabaha kadar öten komşunun çılgın horozu-,televizyondan arada sırada yükselen klasik müzik, sabahları bahçeden topladığımız domates, biber, salatalık, armut vb, gece yürüyüşleri, yemek, yazmak, yüzmek, kafede gazoz, muhabbet... Pazar -inşallah- istikamet Kemer ! Biraz da hareket !

15 Temmuz 2010 Perşembe

SAROZ GÜNLÜĞÜ

Biraz önce Saroz'da güneş battı. Saat 20.56... Kafede oturmuş, Cranberries dinliyoruz. Sabah yine balıklarla birlikte yüzdük. Öğle yemeğinde de onları afiyetle yedik:) İki gündür öğleden sonraları hava birden bulutlanıyor. Not: Şu anda insanlar önümüzden geçip denize gidiyorlar.
Sevgili arkadaşımız Mine geldi bugün. Bol bol konuştuk ve birlikte çektirdiğimiz resimlere baktık. Herşey çok güzel ! Bu arada yazmaya devam. İlham çok güzel bir yerden geliyor !

16 Mayıs 2010 Pazar

ENTROPİ


Sıcak / Bilinç ve Işık… Kulağımda Henry Purcell’in yüzyıllar ötesinden gelen şarkıları, minübüsün ön koltuğunda aklıma gelen cümleleri yazıyorum not defterime. Tüylü kalemim şoförün dikkatini çekiyor. Senin hediyen. Geçen sene almıştın. Yaklaşık on beş dakikadır Zincirlikuyu’ya varamadık. İçerideki herkes yorgun. Ağır çekim bir filmdeki gibi başlarını sağa sola çeviriyor, sıkıntıdan çantalarını karıştırıyorlar, Alice’in tavşanı çıkacakmış gibi. Ter ve parfüm kokusu birbirine karışmış… Az ilerideki üst geçidin merdivenlerini çıkan bir kadın çarpıyor gözüme. Eflatun rengi elbisesi, gri yazlık şapkası ve çantasıyla zamanın dışından gelmiş gibi. Yukarı çıkınca durup, aşağıda duran arabalara bakıyor ve el sallıyor. Çevrenin hayret dolu bakışlarını göze alarak karşılık veriyorum. Gülümsüyor. On adım sonra kalabalığın içinde kaybediyorum onu. Minibüs hareket ediyor. Pencereden içeri giren serinlik, geride kalan mevsimin son nefesini fısıldıyor kulaklarıma. “Bir İran kedisinin duyarlılığyla bakmak ne güzel” diye yazıyorum defterime. “Arada kalan fakat yakalanamayan bütün anların biriktiği bir heybe var elimizde. İçinde bizi biz yapan ya da eksilten adımlar.” Defteri kapatıyorum. Yeni öykümün başlangıç cümleleri bunlar. Deminki kadını kaldırımda yürürken görüyorum bu kez. Kırlaşmış saçlarına rağmen tanıyorum onu. Siyah beyaz bir resmin parçası gibi. Gözleri hüzünle bakıyor.
- Şehrin hayaletleri diyorum yüksek sesle. Şoför şaşkın.
- Bir şey mi söylediniz ?

- Hiç diyorum. Trafik açılıyor.

13 Mayıs 2010 Perşembe


Varlık dalgalar halinde kabarıp duran bir denizdir
Avamın bildiği ise dalgalardan başkası değil,
Denizin derinliklerine bak, nasıl sonsuz sayıda dalga belirir
Denizin yüzeyinde, deniz hep dalgalar içinde gizlidir.
Molla Cami ( 1414- 1492 )

11 Mayıs 2010 Salı

MEKTUP


Beni kucağına alıp “Bak! Aydede” diyerek ayın büyülü, aydınlık yüzünü gösterdiğin zaman korkmuş, yukarılarda göksel, ruhani bir dedem olduğuna inanmıştım. Ama yine de güzeldi. Birlikte oluşturduğumuz akışkan, binlerce sihirli anın olduğu o görkemli, gizemli evrende iki kişiydik.
Deniz kenarındaki beyaz yalının en üst katındaki kiracılık günlerimiz, geceleri yatağımda dönüp dururken- ki çoğu zaman yataktan düşüp sabahları gözlerimi yerde açtığımı hatırlarım- yan evlerden gelen hava durumu programının arp ve keman sesleriyle örülü müziği sonu gelmeyen bir masalın sahneleri gibiydi. Geceleri evlerimizin üzerinden geçen yolcu uçağının boşlukta yankılanan motor sesi başka bir dünyanın kapılarını zorlarmışçasına büyürdü zihnimi içinde. Alt kattaki komşunun zeka özürlü kızı Necla’nın boş bakışları, sık sık birlikte vakit geçirdiğimiz ev sahibemizin piyanosunda gezinen minik parmaklarım, bisküvilerimi içinde püre yaptığım sütlü çay ve evlerimize sinen lavanta kokusu... Yıllar sonra yalı satıldığında, ev sahibemiz yerin altında geniş, antikalarla dolu o yarı karanlık daireye taşındığında da onu bırakmadık ve her bayram büyük, özenli sofralar kurulmaya devam edildi.
Genzimi ağır bir kömür kokusunun doldurduğu soğuk bir akşam, fırından çıkarken kar yağıyordu. Ve ben sokak lambasının ışığında dans eden kar tanelerini izliyordum. Çeşitli el ele tutuşma şekillerimizden biri olan düğümde karar kılıp kol kola yürürken , o zamanlar hep yaptığım gibi sevdiğim şarkılardan birini mırıldanıyordum. Sen bana dönüp atkımı daha da sıkı bağladığında ve saçlarımı beremin içine özenle sıkıştırdığında ne kadar sevildiğimi anladım.
Sonra yetişkin, iş güç sahibi genç bir kız olduğumda bir gün körfezde yüzerken “yakamozların üzerinde yüzelim” oyununu bulmuştun. Suyun içinde tepe üstü durup bacaklarını dimdik yukarı kaldırdığında, sahildeki kadınlar sana bakakalımştı. O an hep içimde. Kışın sobasız yazlık evimizin bir odasına sığınıp, siyah beyaz küçük televizyon eşliğinde yer sofrasında en lezzetli yemekleri paylaştığımızda mutluluk nereyse somut, dokunabileceğim bir varlık haline dönüşmüştü.
Öğrettiğin caz melodilerini okulda övünerek, biraz da abartarak söylerdim. Herkes bayılırdı. Tosca Operasına gitmiştik. Benim için ilkti. Sahnedeki şato dekoru ve o dekorun önünde şarkı söyleyen kadının sesi gözlerimden bir damla yaş süzülmesine neden olmuştu. Sen görmemiştin. O anı hiç unutmadım.

Elektrik kesintisi yüzünden mum ışığında geçirdiğimiz günleri de unutmadım. Gölge oyunu oynardınız Dedemle birlikte. Duvarda beliren şekillerin hayal aleminden gelen kuğular, kurtlar, ağaçlar olduğuna inanırdım. Onlar, evimizin karşısındaki içinde semt mezarlığının da bulunduğu büyük ormanın ağaçları ve kuşlarıydı belki de. Korkmazdım. Dürbünle mezar taşlarını okumaya başladığımda sen korkmuştun ama. Üzülmemen için bu tuhaf alışkanlığımdan vazgeçtim.
Güzel olduğumu ilk kez on bir yaşında bir erkek çocuğunun ağzından duyduğumda ne hissedeceğimi bilemedim. Senin ardından, sen yokken, seninle paylaşamadan aşık oldum. Şehrin üzerine birden inip kaybolan bir sis bulutu gibi olup bitti herşey. Değiştim. Ama asıl değişim sen gidince oldu. Köklerimi bir yandan toprağın derinliklerine iyice salarken, yapraklarım özlemle gökyüzüne bakmaya devam ediyor. Kaybettiğim fakat unutmadığım bir geçmişin gülümseyen, hüzünlü yüzüyle bakışarak.
AKIL

Yaşlı bir martının çığlığıyla uyandım bu sabah. Ağzımda ekşimsi, yorgun bir tat. Yanıbaşımda komidinin üzerinde duran saate baktım. 7.30... Resepsiyondaki kızıl saçlı çocuğa yedide uyandırın demiştim oysa. Akşam İstanbul’un tarihi evlerine bakarak çalışmak istediğim için cam kenarına çektiğim masadaki kağıt yığınları ilişti gözüme. Osmanlı’da minyatür anlayışına dair incelemeler, notlar ve ertesi gün sunacağım bildirinin taslakları... Bugün bana ve İstanbul’un kalbine ait dedim içimden. Gezilecek sokaklar, koca bir saray ve sonbaharın kokusuyla yeniden doğan bir şehir var. Gözlerimi kapadım. Yine açtım. Mutluluk bir elbise olup sarmıştı bedenimi ki tam bu sırada farkına vardım onların. Perdeden içeri süzülen gün ışığı duvarda bağımsız, başına buyruk bir karakter gibi şekiller çiziyordu. Fakat gariptir. Ne kalbim hızlı hızlı atmaya başladı ne de heyecanlandığım zamanlarda olduğu gibi dilim damağım kurudu. Kısa bir süre sonra çekik gözlü bir minyatür kadınının yüzüne dönüştü bu şekiller ve hemen kayboldu. Zihnimin uykuyla uyanıklık arasında kalmasının mı yoksa yanıbaşımızda hep bizimle var olan fakat bilerek isteyerek algılarımızı kapattığımız bir gerçekliğin belirtisi miydi bu görüntü bilmiyorum. Hem bazen bilmemek daha iyiydi. Ağzımdaki ekşi tat midemde gurultuya dönüşmüştü zaten. Yataktan kalktım ve dün akşama doğru geldiğim bu küçük otel odasına dikkatli bir gözle bakmaya başladım. Odanın tam ortasına yerleştirilmiş bir somya, duvarda etrafında bir sürü kuş uçan bir ağaç resmi, camın kenarındaki küçük masa, tahtadan, cilası dökülmüş bir sandalye ve içeride sürekli damlayan su sesinin geldiği bir banyo.
Acıktım. Aşağı inmeden pembe ruj, şeftali rengi allıkla yüzümü renklendirdim biraz. Sonbahara uygun bir elbise ve çizme giydikten sonra hızlı adımlarla aşağı indim. Günaydın
İyi uydunuz mu ? Çay içer misiniz ? çerçeveli kısa bir sohbetten sonra dışarıda gri bir gökyüzü ve yağmur kokan bir hava karşıladı beni. Kaldığım otel Sultanahmet’te tarihi evlerle çevrili bir ara sokaktaydı. Sabahın bu erken saatinde kahvaltı edecek bir yeri nereden bulurum derken meydana çıktım. Tramvayları, etrafı güzelleştiren koca koca ağaçları, insanları ve satıcıları izledim bir süre. Az ileride renkli motiflerle süslü tabelasında Otantik yazan bir kafe vardı. İçeride yoğun bir kahve ve sucuk kokusu karşıladı beni. Kokuların sözünü dinleyerek büyük bir bardak sütlü kahve ve sucuklu tost istedim. Bir ara yarın yapacağım sunuma gitti aklım. Konuşmaya nasıl başlayacağımı prova ettim zihnimde.
“ Hepiniz hoşgeldiniz. Bugün sizlerle minyatürler arasında bir yolculuğa çıkacağız. Odak noktamız ise Osmanlı’da, özellikle 18. yüzyılda minyatür olacak.” Heyecanlandım. Ağzımın içi kurudu. Sütlü kahvenin teskin edici tadına başvurdum. İçerisi sabahın bu erken saatine rağmen gürültülüydü. Kuzey Avrupa ülkelerinin birinden geldiği anlaşılan bir turistler yüksek sesle konuşuyor, gülüyorlardı. Bir yandan Joan Baez’in insanın ruhuna işleyen sesi, diğer yanda duvardaki büyük ekran televizyonda ard arda gelen görüntüler ve sesler, oturmama rağmen başımı döndürdü. Ekrana bir daha baktığımda deminki manzara ve insan resimleri gitmiş, yerine görünmez bir el tarafında cama yavaş yavaş çizilen çekik gözlü, donuk bakışlı bir kadının görüntüsü gelmeye başlamıştı. Yarım saat önce otelin duvarında gözleriyle bana sanki Günaydın diyen ya da başka bir şeyler anlatmak isteyen aynı kadın. Ne yapacağımı bilemez halde ayağa kalktım. Televizyona doğru yürüdüm. Garsonlar ve müşterilerden birkaçı dönüp bana baktı. Elimi yavaşça kaldırıp ekrana dokunduğumda
görüntü kayboldu. Boşluğa düşmüş gibi hissettim. Biraz da utandım galiba. Hemen yerime oturup hesabı istedim ki o anda kuş sesleri yankılanmaya başladı kulaklarımda. Çocukluğuma ait seslerdi bunlar. Bülbül ve saka ötüşleri. Garson ihtiyatlı bir şekilde paranın üstünü getirdi. Başımı kaldırdığımda eflatun bir yüz gördüm. Durup yaşadıklarımı değerlendirmeli ya da birilerini aramalıydım belki. Ama yapmadım. Dışarı çıktım. Uçuşan, kahverengi yaprakların arasından Topkapı Sarayına doğru yürümeye başladım. Sultan Ahmet Camii’nin önü her zamanki gibi kalabalıktı.
Saraya giden ağaçlıklı geniş yolda kediler ve turistlerle birlikte yürüdüm. Şiddetini gittikçe arttıran rüzgarı tenimde, saçlarımda hissettim. Hatta Alay Meydanını kedilerinden biri ismimi sayıkladı galiba. “Süheylaa, Süheyla...”
Orta Kapıya yaklaştım ve kısa sayılabilecek bir bekleyişten sonra biletimi aldım ve iki tarafında iki kule bulunan Babüsselam’dan geçtim. Gezime mutfakların bulunduğu sağ taraftan başlayacaktım ki gelen misafirlere yardımcı olmak için konulan tabela çıktı önüme. Sarayın bölümlerini gösteren tabelada bir değişiklik olmuş, bütün oklar yer değiştirmişti. Nereye gideceğimi şaşırdım. Sağ yanda olması gereken Saltanat Arabaları Dairesi sol kısma Divan-ı Hümayün’ün yanına taşınmıştı. Landolar, Kupalar ve Kaleşileri yeniden görebilmek, rengarenk kıyafetlere bürünümş mankenlerin yerleştirildiği arabaların renk ve biçimlerine bakıp o günlere dair hayaller kurmak cazip geldi önce. Sonra Hazine Dairesinin önünde uzayıp giden bir kuyruk gördüm. Yerli yabancı pek çok insan Osmanlı’nın paha biçilmez mücevherlerini izlemek için sıra olmuştu. Zihnimde içerideki eşyaları sayıyor ve saydıklarımı görüyordum adeta. III: Mustafa’nın zırhla kılıcı, eldiveni, Kur’an Mahfazları, IV. Murat’ın fildişi, sedef kakmalı tahtı, şamdanlar ve daha neler neler. İşin ilginç tarafı kemerli kapının girişinde başında fes, üzerinde apoletli bir yelek bulunan kaytan bıyıklı bir adamın elindeki çanı sallayıp bağırmasıydı:
- Ey insanlar ! Dünyaperest olmayın ! Dünyaperest olmayın. Bu mal mülk, mücevherat boştur. İnsanlar yüzüne bile bakmadan gelip geçiyorlardı yanından. Uzaktan, kısa bir anlığına kesişti gözlerimiz. Birbirimizi anladık.
Saraydaki köşkler aşk, tarih ve renklerin birleşimiydi bana göre. Bağdat Köşkünde buldum kendimi. Zarif sütunlu bir revakla kuşatılmuş, kubbesi süsleme şaheseri olan bu köşk Bağdat’ın fethiyle sonuçlanan İran Seferinden sonra yapılmış. Yüzlerce yıl sonra şimdi burada Japon Turistler yerden tavana kadar her yeri kameraya alıyorlar ve durmadan aralarında konuşuyorlar. Sonra köşkün yakınındaki Sultan İbrahim’in yaptırdığı kameriyede soluklandım bir süre. Haliç, martılar, tekneler geçip gitti gözümün önünden. Ve birden herşey sessizliğe gömüldü. Yanımda duran kadını farkettim o anda. Uzun siyah saçlarını başında örgü halinde toplamış, üzerinde altın işlemeli kırmızı bir kaftan var. Beyaz tenli, çekik gözlü ve çok güzel. Hareket etmek istedim; yapamadım. Yalnızca dudaklarımı kıpırdatacak gücü buldum.
- Kimsin sen ? Gözleri uzakta bir noktaya takıldı ve dua etmeye başladı.
- Bütün kapıları açan Allah’ım bizlere de hayırlı kapılar aç. Harem Dairesinin kapısındaki yazı değil mi bu ? Duasının bundan sonraki kısmı bilmediğim, yabancı bir dilde olduğu için bir şey anlamadım. Kadın aniden belirdiği gibi kayboldu. Neydi içimdeki duygu ? Korkuydu. Saf, katıksız korku. Ait olmadığım bir yerde, belli belirsiz düşlerde gezindiğim zamanlarda olduğu gibi.
Hızlı adımlarla Saray’ı terkettim ve otele doğru yürümeye başladım. Sultan Ahmet Camii’nin minareleri sallanıyordu bir o yana bir bu yana. Otele geldiğimde kilitli, kocaman bir kapı karşıladı beni. Aslanbaşı şeklindeki tokmağı üç kere vurdum ve o anda açıldı gözlerim.
Geniş, aydınlık bir odada rahat bir yatakta yatıyorum. Bana benzeyen orta yaşlı bir kadın ve bir doktor var yanıbaşımda. Aralarında fısıldayarak konuşuyorlar.
- Bu seferki uzun sürdü. Kollarımın arasından kaydı gitti.
- Hı hı.
- İğne yapacak mısınız ?
- Evet.
- Masanın üzerindeki bütün çizimler onun. Doktor masaya yaklaşıp teker teker inceliyor onları.
- Yetenekliymiş. Bunlarla uğraşmak sabır ister. Kadının yüzünde acı bir tebessüm beliriyor.
- Bir süre sonra kendini bu odaya hapsetti. Minyatür dünyasında yaşamaya başladı sanki. O küçücük adamların, sarayların... Herşeyin detayına inmeye başlayınca... Sözünü bitiremedi.
Doktor koluma iğneyi batırdıktan sonra, pencereyi açtı.
- Biraz havalansın burası. İğne yaptım. Bir süre uyur. Bir şey olursa beni arayabilirsiniz.
- Sağolun.
Odada yalnız kaldığımda uykuya karşı büyük bir direnç gösteriyorum. Karşıda duran büyük kütüphaneye, onlarca kitaba ve kıpırdayamayan vücüduma gülümsüyorum içtenlikle. Gözlerimi kapatırken duvara bakıyorum. Etrafında bir sürü kuş uçan bir ağaç resmi var.


DUYGU

Makas yavaşça elinden yere, parke zemine düştü. Birden silkelenip kendine geldi. Cansız prova mankenin önünde, diktiği kimbilir kaçıncı elbiseyle karşı karşıyaydı. Mavi şantuktan bir gece elbisesi. Yaklaşık on beş dakikadır, istediği simetriyi bir türlü yakalayamadığı için, sağ etek ucundan mı yoksa sol etek ucundan mı kısaltsam diye düşünüyor, ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Son zamanlarda sıklıkla gördüğü gündüz düşlerinden birine dalmış, nerede olduğuınu unutmuştu. Demir makasın parkede çıkardığı sesle uyandı, prova odasının kahve, kumaş ve lavanta dolu kokusunu çekti içine. Pencereyi açtı. Serin hava, içerideki berjer koltuklara, üçlü kanepeye, kıyafetlere göre sınıflandırılmış patronlara, üst üste özenle katlanmış kumaşlara dokundu, geçip gitti. Rüzgarla birlikte konağın eski tahtaları gıcırdadı, alt katta yatak odasında dolaşan kedi miyavladı ve günün öğle vakti saydam bir mimoza düşü gibi gösterdi yüzünü.
Birazdan elbisenin sahipleri gelecekti. Bu yüzden her zaman müşteri - pardon – misafirlerine sunduğu küçük pizzaları ve sütlü çayı hazırlamaya mutfağa gitti. Semtin en eski pastahanesinden aldığı yeşil zeytinli, peynirli, kıymalı pizzaları kutusundan çıkarıp fırında ısıttı. Sütü dolaptan çıkardı. On dakikadır demlenmekte olan çayın altını kıstı ve yatak odasına makyajını tazelemeye gitti.
Yaklaşık elli yıldır bu konakta oturuyordu. Zaman mevhumunu bir noktadan sonra yitiriyordu insan. Zaman, paltosunu alıp sokak kapısından geçmiş dünyaya onu bir anda götürüveren genç bir adam ya da sallanan koltuğunda anılarını yün yumaklarından berelere, atkılara dönüştüren yaşlı bir kadın olabiliyordu. Bu konakta doğmuş, büyümüş, genç kızlığının ilk heyecanlarını burada yaşamış ve evlenmişti. Evlenmeden önce “Beni yuvamdan ayırma” demişti eşine. O da kabul etmişti. Eş, eşi...
Duvardaki siyah beyaz düğün fotoğrafına takıldı gözleri. Damat eğreti bir gülümsemeyle bakıyordu kameraya. Hep daha fazlasını, mükemmelini isteyen bir adam. “ Bunu giyme, topluluk içinde o bahsi açma, dik yürü, allık sana pek yakışmıyor” ve daha niceleri. Gerçeği, zihindeki düşünceleri yansıtan bir fotoğraf makinası olsa şimdi neye bakıyor olurdum acaba diye düşündü. Dışarıdan kimsenin, hatta aynı evde yaşamalarına rağmen Babasının bile tam olarak anlayamayacağı bir sinir harbi ve gerilimdi yaşadığı. Talat Bey edebiyat öğretmeniydi. Oldukça yakışıklı, girdiği her ortamda farkına varılan bir adam. Farklı konulardan hiç sıkılmadan ve karşısındakini sıkmadan saatlerce konuşabilirdi. Ve, saatlerce sürerdi evlerindeki davetler. Bir oda dolusu insanın içinde kendini yalnız hissederdi çoğu zaman. Yiyecek, içeceklerle ilgilenir, servisin aksamamasına gayret eder, kadınlı, erkekli bir kalabalığın ortasında hararetle konuşan kocasını izlerdi. Kimsenin onu bulamayacağı bir yerde, renk renk kumaşlar ve elbiselerle birlikte olmak isediği anlardı bunlar.
Tarağı koymak üzere çekmeceyi açtığında defteri gördü yeniden. Hatırladı. Özlemle kocasının okuldan dönmesini beklediği o uzun saatlerde kütüphaneden aldığı değişik konulardaki kitapları, dergileri okur, özetlerini çıkarır. Akşam yeni öğrendiği bilgilerle onu şaşırtmak isterdi.
- Talat, Şevket Rado’nun çok ilginç bir yazısını okudum bugün. Kerem ile Hamlet’i karşılaştırıyor. Ya da
- Sultan Abdülaziz’in zırhlı arabaları varmış biliyor musun ? Taa o zamanlarda.
Bütün bu sohbet açma çabaları karşı tarafın ilgisizliği ve dalgınlığı sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanırdı.
- Benden başka herkesle konuşuyorsun demişti bir gün. Aldığı yanıt kısa ve netti.
- Saçmalama.
Sonraları arada duygularını paylaştığı bir arkadaş gibi de olmuştu defter. Açtığı sayfa
1980 yılının bir bahar gününü işaret ediyordu:
Dün akşam bir davetteydik. Nişantaşında lüks bir apartman dairesinde. Yiyecekler felaket. Fransız Mutfağı sevmiyorum . Çok güzel bir kadın vardı. Siyah üzerine beyaz puanlı, kısa, uçışan bir elbise giymiş. Hep beyaz bir tenimin olmasını isterdim...
Elbise modelleri ve faydalı bilgilerle dolu birkaç sayfa sonra bir not düşülmüş:
Nefret... Yazdığı bir şiiri buldum. Siyah elbisende beyaz güvercinler...
Sevdiğim, özlediğim tenindeki bahar çiçekleri... Hemen çöpe attım şiiri. Arasın dursun. Siyahtan nefret ediyorum. Defterin ortalarına doğru yine kağıda dökülen duygular
Uzun zamandır bana dokunmadı. Sonra dün gece tartıştık. Nedeni, arkadaşınıın Almanya’dan getirdiği makinasıyla ölü bir kuşun fotoğrafını çekmem.
- Canlısı dururken nereden buldun bunu ? Hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. Sesimi yükselttim.
- Çünkü bana benziyor tamam mı ? Bana... Zihnimin içinde kediler yürüyor. Ayak izlerini takip ediyorum...
“ Ne şanslısın şekerim. Kocanın cebi değil ama ruhu zengin. Böylesine sakin, beyefendi, kültürlü bir adam”. Bu ve buna benzer sözleri evli kaldıkları yirmi sekiz sene boyunca çevresinden sık duymuştu. Aynaya bakarken yapmacık bir sesle tekrarladı ezberindekileri sonra utandı. Saçlarına son rötüşü verip, allığını tazeledi. Yatağın üzerinde uyuyan kedinin tüylerini okşadı usulca. Kedi yabani, soğuk bir tavırla miyavladı. “Bir türlü sevemedi beni”. Yalnız kaldığı birinci sene almıştı bu siyam kedisini Mısır Çarşısında. Şimdi ikinci senenin içindeydi. Ne kadar yakın davransa, güzel sözlerle çağırsa da kedi o kadar şımarıp uzak duruyor, yaklaştırmıyordu kendine. Bu yönleriyle henüz adını bile koymadığı bu kediyi kocasına benzetiyor sonra yine utanıyordu düşüncelerinden.
Zil sesini duyduğunda yüzündeki sıkıntıyı hemen dağıtıp, neşeli bir hava takındı. Kapıyı açtı. Cemiyetin – artık sosyete deniyordu – tanınmış yüzlerinden bayan C. ve nişanlanmak üzere olan kızı H . Öpüşmeler, hatır sormalar, iltifatlar...
- Si z yukarı çıkın. Ben çayı koyup geliyorum.
- Zahmet ediyorsunuz her seferinde.
- Olur mu ? Siz çıkın. Geliyorum hemen.
Misafirler prova odasına çıktı.
- Annee ! Ya çok güzel olmuş sesleri geldi yukarıdan. Gülümsedi. “Kimsenin elimden alamayacağı bir şey bu”
Hayatı boyunca çalışmamıştı. Aileden kimse sıcak bakmamıştı bu isteğine. Eşi öldükten kısa bir süre sonra bağlanan maaş yetmeyince önce yakın dostlarına sonra onların arkadaşlarına dikiş dikmeye başlamıştı. Çalışmaktan gocunmuyordu. Arada gelenlerin nasıl davranacağını bilmez tavırları olmuyor değildi. Çünkü terzi diye kapıyı açan iyi bir aileden gelmiş, kibar giyimli, güngörmüş bir kadındı. Maddi gücüyle üstünlük taslamaya çalışan olursa da olgunlukla davranıyor, kısa bir süre sonra karşısındakinin saygısını kazanıyordu.
Elinde büyük, gümüş tepsiyle yukarı çıktı. İçeride genç kız hala mankenin üzerindeki elbiseye dokunuyor, onu bir an önce giymek için sabırsızlanıyordu.
- Beğendiğinize sevindim kızım.
- Bu harika bir şey. Ay herkes bayılacak. Anne Başak’ın yüzünü tahmin edebiliyor musun?
Elbise mankenin üzerinden özenle çıkarıldı. H. odanın köşesindeki paravanın arkasında
ivedilikle giyindi. Bu sırada Anne üçüncü gelişi olmasına rağmen, aynı beğeniyle bakıyordu etrafına. Pahalı eşyalar, antikalarla dolu evinde buradaki gibi hissetmiyordu. İçindeki boşluktu bunun nedeni. Kocasından kısa bir süre önce ayrılmış, aldığı yüklü parayla rahat bir yaşantı sürüyordu. Fakat mutluluk bir kez kaybedilince zor yakalanan bir duyguydu.
Kızının paravanın arkasından çıkıp, bir eli belinde duvardaki boy aynasnın karşısında manken gibi yürümeye başladığını görünce mutluluk geri geldi bir anlığına. İki kadın genç kızlıklarını, nişanlarını hatırladılar farklı ruh halleriyle. Bayan C’nin düşünceleri bir kiraz kuşu olup uzun yıllar önce, lüks bir otelin çatısında yapılan o gösterişli törene gitti. Herşey ne kadar mükemmeldi. Babası dönemin popüler caz orkestralarından biriyle anlaşmıştı. Pistin ortasında hızlı dansın ve biraz da içkinin tesiriyle gülme krizine tutulmuş olan kendini gördü. İçi acıdı. Çünkü bir kaç yıl önce kocasının “ Başka biri var” sözlerinin ardından ağlama nöbetine tutulan aynı kişiydi. Karşısında, pencereden denizin mavi dünyasına dalıp giden kadının düşünceleri ise bir kırlangıç kuşuna dönüşmüş, otuz sene öncesine gitmişti. Konak çok daha bakımlıydı o zamanlar. Kısa süren bir erguvan mevsiminde bahçede yapılmıştı nişanı. Uzun, mavi bir elbise dikmişti kendine o gün için. Müstakbel nişanlısının Teyzesi yanına yaklaşmış, usulca kulağına fısıldamıştı:
- Talat’a iyi geleceksim.
Hüzün, yaşlı, mızmız bir bulut gibi çöktü odanın üzerine. Sessizlik uzun sürdü. Boğazdan geçen bir vapurun sesi bozdu bu durgunluğu. Odada yalnızdılar. Kız çoktan giyinmiş, makyajını tazelemek üzere banyoya gitmişti. Bu anı bekliyormuşçasına bayan C. söze başladı.
- Sizinle ortak bir yanımız var.
- Ne gibi ?
- D. Anlatmıştı. Sizin de eşiniz pek rahat durmamış galiba. Gerçi rahmetlik olmuş. Arkasından konuşulmaz ya !
Dudağının sağ kenarının seyirdiğini hissetti. Yıllarca görmezden geldiği ve sonrasında unuttuğunu sandığı bir gerçeği şimdi kendine neredeyse yabancı olan bir kadının ağzından duyuyordu. Toparlandı hemen. Başkalarının yanında duygularını göstermek ayıptı çünkü.
- Yalnış duymuş olacaksınız. Hem dediğiniz gibi rahmetlileri iyilikle yad etmek lazım.
Dertleşmek, yaşadıklarını anlatmak için yer arayan bayan C. bu sözlere bozuldu. Ayağa kalktı. Çantasının içinden para dolu zarfı alıp uzattı.
- Zahmetleriniz için tekrar teşekkür ederim dedi. Kızını aldı ve gitti.
Yeniden yalnız kaldığı ilk dakikalarda derin bir nefes aldı. Sonra nefesini yavaş yavaş verdi. Televizyonda izlemişti bu rahatlama tekniğini. Çay bardaklarını ve pasta tabaklarını mutfağa götürdü. Yıkadı. Özenle kuruladı. Ardından raflara yerleştirdi. Yatak odasına gitti. Elindeki zarfı çekmeceye koydu. Yukarı çıktığında kediyi koltukta uyur buldu. Ortalığı topladı. Paravanın fazla açık bılduğu kanatlarını düzeltti. Sonra yine düzeltti. Kanepeye uzandı. Terliklerini yan yana getirdi. Gözlerini kapattığında hemen rüya görmeye başladı. Rüyasında kocasını damatlık kıyafetiyle bir tepenin üzerinde duruyordu. Yanında yüzü tülle örtülü bir sürü gelin vardı. Teker teker tülleri açtı. Hiçbiri kendi değildi. Gelinler hep bir ağızdan gülmeye başladılar. Ter içinde uyandığında kediyi üzerinde dolaşırken buldu. Hayvan kuyruğunu bacaklarına sürtüyor, sevgi dolu sözler söylüyordu kendi dilinde. İki yıldır beklediği yakınlığı şimdi görüyordu. Ağlamak istedi. Sonra gülmek. Kediyi kucağına aldığında ve açık pencereden aşağı, boşluğa bıraktığında hala gülümsüyordu.

7 Şubat 2010 Pazar




Dirilişimde yalnızdım
Soru işaretleriydi kehribar rengi gözlerini anlatıp duran
Ben... Hiçbir renktim
Saydam ve gerçek bir hikaye gibi
Ayın sonbaharda kaybolmasını bekledim.

TEKFUR SARAYI


Neredeyse dört yıl olmuştu Annemi görmeyeli. Sonra ansızın şehrin yarı karanlık, unutulmuş sokaklarından birinde çıktı karşıma. O sabah bütün gün yataktan çıkmamak ve bir gün önce işlediğim büyük günahın muhasebesini yapmak niyetindeydim oysa. Ama yine de elvermedi içim. Kalktım. Mevsimlik emprime elbisemi giyip dışarı çıktım. Kapıyı usulca kapattım. Saat altıydı çünkü. Apartmandaki yaşlı kimseler ya uyuyor ya da ölüyorlardı.
Serin ama davetkâr bir koku vardı havada. Dışarı adımımı atar atmaz görebildiğim tüm eski binaların gözlerinin aynı anda bana çevrildiğini hissettim. Onlar biliyorlardı.... Evlerin olan biten her şeyi, duyduğunu bütün sesleri kaydedebildiğini daha çok küçük yaşlarda öğrendim ben. Tanık oldukları irili ufaklı bütün olayları tuğlalarına, tahtalarına, kireçten renkli duvarlarına alıp, orada hapsediyorlardı. Er geç yıkılıp gitmelerinin nedeni de buydu aslında. Yorgunluk...
Evler üçe ayrılmıştı benim için eskiden beri. Önünde sürekli görünmez bir papatya fırtınası esen çocuksu evler, heyecan ve korkudan mütemadiyen kalbi hızla çarpan korkak evler ve tekdüze bir romanın sararmış sayfaları arasında gidip gelen sıkıcı evler. Şimdi ise garip bir biçimde maviye dönüşmüştü tüm yapılar. Değişik tonlarda ve değişik hikâyelerde...
Sahile inen yolda hızlı yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Mahallenin belki de şehrin en eski fırını açık. Şu köşede evsizin biri uzanmış kaldırıma. Üzerinde kartondan bir battaniye...
- Nasıl bu hale düşüyorlar diye sormuştu bir arkadaşım. Akşam tiyatro çıkışı, karşı dükkânın önündeki perişan durum rahatsız etmişti yanımdakini belli ki
- Çok basit. Kaybolmak istiyorlar demiştim. Şaşkın bir halde yüzüme bakakalmıştı.
- Ne garipsin!
Gariptim değil mi ben? Tam olarak ne zaman başladığını bilmemekle beraber orta şiddetli bir kum çölü fırtınası yavaş yavaş yanlarımı, başımı, dibimi ve şimdi de ortamı alıp ufalıyordu. Gerçekten zordu iki kişilikle yaşamak. Belki de üç, dört.... Biri öğle vakti uyurken, diğeri yüzmeye gidiyor, bu sırada en uslu olanı da- ki adı Nevindi- halk kütüphanesinde Oblomov’un yüz ellinci sayfasının ikinci paragrafını okuyordu.
Karşıdan gülümseyerek gelen iki rahibe böldü bu düşünce akışını. Çok güzel kadınlardı bunlar ve uçar gibi yürüyorlardı. Yanlarına koşup yakalarına yapışmak geldi içimden.
- Büyük bir günah işledim ben. Ama şimdi hatırlayamıyorum. Sizin dininiz ne diyor? Ne oluyor? Gülümsemeye devam ederek geçip gittiler yanımdan. Bir nehir aksaydı ya yolun ortasından. Emprime elbisemi çıkarıp içinde yıkanırdım. Evsizin biri de gelirdi yanıma. Tabii muhtemelen rahibeler ellerini birleştirip dua ederlerdi bizim için. Kazaya uğramış ruhlarımız için...
Bu sırada hala kapalı olan iki çamaşırhane, bir kitapevi ve ayakkabı tamircisini geçtim hızlı adımlarla. Renkler artık eski hallerine kavuşmuşlardı. Bu kez de biraz donuk ve yıpranmış geldiler bana. Kendi kazaya uğramış ruhum gibi...
İşte tam o anda rastladım Anneme. Tam denize bakan o dar sokağa gelmişken, kurtulacakken ve ana yola elli adım kala... Onu böyle birden karşımda görünce ilk tepkim şaşırmak oldu. Sonra içimden taşan, beni aşan bir sevinç. Üzerinde onu en son gördüğüm zaman giydiği pembe çiçekli pijama üstü ve gri eşofmanı yoktu. Onun yerine hiç tarzı olmayan siyah deri bir mont, pantolon ve koyu renk bir body giymiş. Kısa, kıvırcık saçları yine aynı sadelikte, kendi gibi... Sarılmak istedim. Kibarca beni itti.
- Hadi gidiyoruz.
- Nereye?
- Gidince görürsün. Bir müze ziyareti yapmamız lazım. Aslında ben müzeye falan gitmemek, siyah deri montunun yakasına asılıp
- Ben ne yaptım biliyor musun? Biliyor musun ha ? diye bağırmak istiyordum Ama yapamadım. Anneye bağırmanın cehennemde yanmak olduğunu daha çok küçük yaşlarda öğrendim ben. Beni peşine takıp hızlı adımlarla biraz uzakta, tepelik bir yere götürdü. Benden bunca yaş büyük bir kadının böyle genç, diri adımlarla yürümesine şaşırdım. Nefesimi sayamaz oldum . Dursan ya ! Sana biraz sarılsam ya!
Geldiğimiz yer demir parmaklıklar ardında yükselen görkemli, cami, müze ve ev karışımı bir yapıydı ve kapının hemen üzerindeki bir levhada büyük sarı harflerle TEKFUR SARAYI yazıyordu. En son okul hayatımın ilk günü sınıfın kapısından içeri girerken böyle olmuştum. Görünmez insanlar çimdirip durmuştu oramı buramı. Tenim bütün gün yanıp, acımıştı. Öğretmene söyleyememiştim.
İçeri girdiğimizde dikkatimi ilk çeken şey duvarlarda eski zamanın saray insanlarına ait olduğu anlaşılan siyah beyaz fotoğraflar oldu. Deniz kenarında kol kola yürüyen güleç bir kadın ve bir adam, ağaçlıklı bir yolda bisiklete binen kasketli,yelekli güler yüzlü bir genç, gösterişli bir salonda aynı anda kadeh kaldıran davetliler, dadısının kucağında poz veren küçük kız.... Hepsi, herkes gülümsüyor fotoğraflarda. Şimdi biz bu insanların yaşadığı sarayda mıyız? Neredeyiz biz? Görevliler nerede? Uzun, dar koridor geniş bir odaya açılıyor ve odanın bir köşesinde uzun, kocaman beyaz bir soba var. Camın hemen önünde bir oturma takımı. Koltuklardan birinin üzerinde irili ufaklı onlarca gülen porselen bebek aynı anda alaycı simalarını bizden tarafa çeviriyor sanki. Odanın diğer köşesindeki sallanan iskemlede oturan beyaz yemenili yaşlı kadın da tam o an fark ediyoruz. Annem hemen yanına gidip, nedense sinirli bir sesle soruyor:
- Teyze, görevliler yok mu? Yani müzeyi gezdirmek için.
Bense kadının gözlerindeki karanlık, uçurumsu boşluğa bakıyorum. Duyguları bana geçiyor. Fısıltıyla çıkıyor sesi.
- Gittiler. Onlar gideli çok oldu.
Kalabalık bir ziyaretçi grubu beliriyor koridorların birinde. Bizans’ın ya da Osmanlının bir şeylerinden bahsediyorlar hararetle. Bu sırada biz küçük donup kalmışız Annemle. Çünkü gösterişli tüyleriyle bir tavus kuşu dolaşıyor bu kalabalığın arasında. Ama hiç biri görmüyor onu. Bir an boğulacak gibi oluyor zavallı hayvan. Gelen geçen kafasına, kuyruğuna çarpıyor. Huzursuzlaşıyor Annem
- Hadi artık çıkalım
- Daha sarayı gezmedik ama. Ben üst katlara çıkmak, yan yana sıralanmış duran yedi
odanın kapısını açmak istiyorum. İçlerinde sırasıyla yavru bir zürafa, akli
melekelerini yitirmiş beyazlar içinde genç bir kadın, yaşlı bir faytoncu, annesini kaybetmiş küçük Nevin, dünyanın en yaşlı kavak ağacı, has bahçenin siyah lalesi ve en sonuncusunda Tekfur Sarayının görevlileri bekliyor, biliyorum. Israr edecek oluyorum
- Görevlilerin olmadığı yerde bizim işimiz yok diyor Annem. Gözbebeklerini
döndürebiliyor konuşurken. Bunu nasıl yapabiliyor? Anlamıyorum.
Sarayın üst katlarından yükselen büyüleyici bir ses bölüyor aramızdaki bu gerilimi. Sözü olmayan ama varoluşun tam kalbinden ya da kalbinin sağ tarafından gelen ince bir kadın sesi sarıyor dört bir yanımızı. Ziyaretçiler, beyaz yemenili yaşlı kadın ve biz duruyoruz. Orada öylece kalıyoruz. Benim için son huzurlu anın bu olduğunu ve görünmez, merhametli güçler tarafından bana bir hediye olarak sunulduğunu hissediyorum. Bu anın bana yetmesi gerek. Sanki yaptığım kötülüklerin farkına varınca bir daha bu saf noktaya geri dönemeyeceğim.
Dışarıda aydınlık, göz alıcı bir gün karşılıyor bizi. İnsanlar, araçlar hızla akıp gidiyor önümüzden, içimizden. Annem gitmeye davranıyor
- Uzun yıllardır hep senin gelmeni bekledim. Oysa o donuk, duygusuz bana karşı.
- Sen benimle gelemezsin.
- Neden ?
- Nedenini biliyorsun. Çoğunuz sabırsızsınız. İstekleriniz yerine gelmediği zaman hayat bitiyor sizin için. Bu sefer yakasına yapışıyorum.
- Anlatsana peki. Suçum ne ? Sabahtan beri serseri mayın gibi dolaşıyorum, dolaşıyoruz sokaklarda, sarayda....
- Eve git. Hızla giden bir trenin son ışığı gibi uzaklaşıyor benden. Sesi de öyle.
Yıllar önce televizyonda izlediğim alacakaranlık hikayeleri geliyor aklıma. Sıradan insanların başıma gelen olağanüstü, açıklanamaz olaylar... Ben de bir ürperti öyküsü kahramanı oldum galiba. Elveda sıradan insanlar!
Yukarı mahalleye, sokağıma doğru yürüyorum ağlayarak. Her gözyaşı damlasında içim boşalarak. Kilise çanlarının sesi yankılanıyor sokaklarda, evlerin içinde. Birkaç dakika sonra apartmanın önünde buluyorum kendimi. Büyük, demir kapı bir dokunuşumla ardına kadar açılıyor. İçimdeki son güçle ikinci kata giden merdivenleri çıkıyorum. Şimdi evimdeyim. Yatak odasından garip, daha önce duyumsamadığım bir koku geliyor. Odanın kapısına geldiğimde yatakta bir kan gölünün ortasında yatan genç bir kadın görüyorum. Yarı açılmış parmaklarının arasında bir bıçak var.Saçları yüzünü örtmüş. Tanıdık geliyor, bir o kadar da uzak... Dokunduğum anda ölüyorum. Gerçekten, korkarak ve sessizce ağlayarak....

5 Şubat 2010 Cuma

MERAKLI

Sorularım var Maestro
Zincirler ve yüzler mi etrafı mı saran?
Kitabeler sonsuzluğu anlatabilir mi şiirsel duyarlılıklarıyla ?
Siz, neredesiniz ?
Mavi bir gül bahçesinde mi gizlisiniz ?

BOŞLUK


Sınırdayım... Kasabanın değişik mahallerindeki köpeklerin her akşam birbirleri ile yaptıkları kimi zaman öfkeli, kimi zaman aşk dolu konuşmalar ya da uzaktan anayoldan geçen kamyonların, otobüslerin motor gürültüleri de uyumama yardımcı olmuyor artık. Eskiden, şehirde, deniz kıyısındaki o evde yaşarken de son vapurun göğü delen buğulu sesini duymadan huzur bulmazdım. Köklerimi ele geçirmeye çabalayan, içimden ayıklayıp atmak istediğim yabani otlardan bir anlığına kurtulup, uykunun güvenli boşluğına doğru savrulurdum kuş misali...
Sınırdayım... Gün içinde bazen kapı çalıyor. Göz deliğinden dışarı baktığımda mor renkli başaklardan başka bir şey görmüyorum. Bir iki kez dayanamayıp kapıyı açtığımda sadece ılık haziran rüzgarı girdi içeriye. Ilık haziranın kapılanacak yer arayan, kimsesiz, yaramaz bir çocuk olduğuna hükmettim.
Çoğu zaman ikiyüz elli yaşında bir tarih öncesi insanı gibi hissediyorum kendimi. Serçeler çatının arasına yuva yaptı. Geçen gün yavru bir serçe leşi buldum bahçede. Ölmeden hemen önce inanılmaz bir sahneye tanık olmuşçasına gözleri yuvalarından fırlamış, boşluğa takılı kalmıştı. Kuşlar berzahına giden bu küçük için üzülecektim ki bir saniyeliğine gözlerini kırpıştırdı ve o komik sesiyle üç kere bağırdı: “Aganta Samarof” Aganta Samarof neydi? Uzun saçlı bir düş kadını mı yoksa benim Latince adım mı? Bilemedim. Ama bu yaşadıklarım hiç şaşırtmadı beni.
Yarım kalmış işlerimi bitirmem lazım; üzerimde fırlatıp atamadığım bir ağırlık var. Uykusuzluk sorunumu çözebilecek biriyle tanışmam, saçlarımın neden yarısının beyaz yarısının siyah olduğunu öğrenmem ve çatıyı tamir ettirmem lazım. Fakat yapamayacağım galiba. Hem ikiyüz elli yaşında biri için zor işler bunlar.
Burada hiç çocuk yok. Ne zaman doğduğunu unutmuş bir avuç çok yaşlı, benim gibi hayattan erken emekli olmuş, bundan sonra neye dönüşüp, nasıl yaşayacağını düşünme yorgunu bir kaç orta yaşlı ve komşunun çocukken havale geçirmiş zavallı torunu. Evlerinin önünden her geçişimde penceredn başını uzatıp rengi solmuş, büyük, kırmızı çantasını gösteriyor bana. Eski, unutulmuş bir dilde konuşuyor sanırım. Ne dediğini anlamıyorum.
Bir de kasabayı çevreleyen yüksek tepelerin orada yaşayan beyaz saçlı, kör bir kadın var. Onu zikretmeyi unutamam. Belki onun yüzünde hala ölmüyoruz. Bu dünyada ısrarla bir yer işgal etmemiz kendisinin dirençli ve sarsılmaz iradesine bağlı. Boşlukta sahici bir yer kapladığımıza inanıyoruz onun yarattığı korkutucu, garip ve ilginç hikayeye sarılarak. Kadının ölülerle konuşabildiğini söylüyorlar. Biz henüz tanışmadık onunla. Görenler küçük evinin pencerelerinin güneşin ilk ışıklarıyla inanılmaz bir parlaklığa kavuştuğunu ve bacasından onlarca yeşil ışık topunun büyük bir hızla yukarı çıktığını söylüyorlar. Uzaktan gizlice onu izleyenler, evinin önünde içinde kocaman, dallarını dört bir yana uzatmış bir kavak ağacı buluna bir göl olduğunu da söylediler. Heyecanlandık.
Biz böyle uyur gibi, hayal gibi bir evrende yarı bulanık bir zihinle yaşarken, kasabanın son gelen sakini arada kendini gösteren bu olumlu ruh halini de yok etti.
Uzun, kızıl saçlarını eflatun bir eşarpla bağlayan ve adının Aganta Samarof olduğundan şüphelendiğim, çok güzel bir kadındı bu. Geldiği haziran gününden beri uzun yürüyüşler yapıyordu. Bu sırada evleri ve insanları dikkatle incelerken benim yüzüme dahi bakmıyordu. Öteden beri farkedilmek isterim. Bu yüzden kadının bu kayıtsız tavrı daha da sinirlendirdi beni. Geçen gece kan ter içinde uyandığımda pencerenin hemen önünde gördüm onu; ya da bana öyle geldi. İfadesiz gözlerle bakıyordu bana. Korktum. Korkuyla beğeni birlikte yaşayabiliyor insan zihninde. Ne garip!
Geçmişteki yaşantımı hatırlamaya çalışıyorum bazen. Herşey bir sis perdesinin ardında. Sesler, yüzler ve görüntüler akıp gidiyor önümden ama anlamlandıramıyorum. Buradaki zamanımın da sonuna geldiğimi fısıldıyor iç sesim.
İnsan zihnini nelere kadir olduğunu biliyorum. Gözlerini kapamak ve olmak istediğin yeri düşlemek yapılması gereken tek şey. Olup bitenlere eşlik edecek bir müzik parçası bile duyabiliyor insan. Mavi bir takım elbiseyle dağın tepesinde bağdaş kurup otururken yan flüt sesi gelebilir kulaklarına. Ve uçup gitmek daha güvenli gelir.
Sabaha doğru gözlerimi açtığımda orada oluyorum iyi insanlar. Gölü, kavak ağacını ve evi görüyorum. Bu resme iyice yaklaştığımda gölün yüzeyinde binlerce parıltı beliriyor. Elimi uzatıp birini yakalamaya uğraşırken suya yansıyan bir görüntü şaşırtıyor beni. Kızıl saçları rüzgarla uçuşuyor. Teni bembeyaz. Önce eline dokunuyorum. Bana gülümsüyor. Gözlerine baktığımda, kendimle hesaplaştığım bunca zamandır aslında Aganta’nın görmediği; gözlerinin mavi beyaz perdeler ardına saplandığı bir bıçak gibi saplanıyor kalbime. Bıçak olduğu yerde dönüyor, dönüyor ama öldürmüyor beni. O gülümsemeye devam ederken ve elimi hiç bırakmamacasına sıkıca tutarken evden içeri giriyoruz. Etrafıma bakmaya fırsatım olmuyor. Güneş doğmaya başladığında boşluğun aslında ne kadar sonsuz, yeşil ve sarsıcı olduğunu anlıyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba


Kahve / Bulutlar kararıyor/ Burun ve koku... Beş dakikalık Buğuseptil seansından sonra şimdi bütün rahiyasıyla yudumladığım türk kahvesi eşliğinde yazıyorum. CD çalardan Swingle Singers’ın Bach (http://www.dailymotion.com/video/x3zb1v_christiane-legrand-chante-bach-avec_music) yorumu yükseliyor. Sen, yanıbaşımda koltuğa uzanmış Kırlangıçsız Geçti Yaz’ı okuyorsun. Bir yandan da tenimdeki lavanta kokusunu duyumsuyor, gülümsüyorsun bana. Odadaki duvarlar bomboş. Hayalimizdeki resimleri çiziyoruz oraya.
Herşey kendi ahenginde akıp gidiyor. Yakın mahalledeki bir okuldan gelen İstiklal Marşı sesi yankılanıyor odanın içinde. Müdür Bey, ciddiyetinden şüphe ettiği bir kaç öğrenciyi mikrofondan uyarıyor. Çocukluğumu hatırlıyorum. Sabah bahçede sıra olurken elim, kolum rahat durmazdı. Ayşe’nin uzun, sarı, örgülü saçlarıyla oynar, içimden şarkılar söylerdim. Şeker Portakalındaki Zeze gibi bana evde, sokaklarda şarkılar söyleten bir neden olduğuna inanırdım. Esas mesele okulu sevmememdi galiba. Tenefüslerin düşsel oyunlarla dolu kısa zamanı kaçışlarımdı.
Kahve.. Her içişimde farklı anları, anıları düşündürüyor bana. Elimde kalem ve yazı defterim; kucağımda Hayat Mecmuasının çeşitli sayıları... Dedem zamanında bir araya getirip cilt yaptırmış. Açık mavi cilt üzerine altın rengi harflerle M. Çelenk yazıyor. Bana marşlar öğreten, okul yıllığımdan rastgele resimler seçip onlara takma isimler ve hikayeler atfeden ve beni güldüren Münir Dede. Şimdi onun cilt yaptırdığı onlarca kitaptan biri var elimde. Kahvem bitti. Şimdilik, anlatacaklarım da...

Suyun üzerinde
Eflatun rengi elbisemle geldim sana
Perdelere sarındı bedenimiz
Tepenin ardında
Zaman, sahibine kavuştu
Zihnimin gökyüzünde dolaşan bütün gemiler kaybettiler silüetlerini
Duru bir eylül akşamında
Işık oldu düşüncelerim
Ve hayal evindeki camdan gözler
Teker teker kayboldular aynanın içinde

CADI


Günlerden bir gün, bin yüz otuz iki numaralı siyah at gökyüzünde koşmaya başladığı zaman aniden havanın kararacağını ve doğduğum evi özlemeye başlayacağımı biliyorum... Nasıl uzun ince bir yolda giderken geriye dönüp baktığımda bütün beyaz evleri sular altında sarmaşıklarla çevrilmiş olarak göreceğimden eminsem, bundan da o kadar eminim. Karşı bahçenin dikenli tellerle çevrili ıssız toprağına sarı hırkalı, tanımadığım bir sürü insan dolacak. Eski bir zamanda kaybolmuş maymunlarının ve köpeklerinin ruhlarını aramaya başlayacaklar. Fırtına kopacak. Yağmurun deli deli bağıran sesi yankılanacak boşlukta. Ve hırkaları kurşuni bir akşam rengini alacak... Ama ben, son işareti bekleyeceğim kalkıp gitmek için. Camın kenarında duran beyaz örtülü sedirin üzerine yatacağım elimi başımın altına koyup gökyüzüne bakacağım onun en uzaktaki diyarlarını görürmüşçesine...
Gözleri vücudundaki irili ufaklı bütün hücrelerle birlikte gece mavisi semaya kilitlendiğinde büyük, çok büyük bir gezegen gördü. Yeryüzünün her renginin rastgele bir yuvarlağa fırlatıldığını hayal et. İşte böylesine bir renk alemi içinde dönüyordu gezegen.
- Vakit geldi diye düşündü. Gün doğmadan, goncalar güle dönüşmeden, mezarlıktaki sardunyalar açmadan gitmeli. Pencereyi açtı. Kayalıklarda, yumurtalarının üzerinde uyuyan deniz kuşlarını en derin rüyalarına götüren yumuşak ve tatlı bir meltem esti yüzüne doğru. Yüz yıl önce ağaçların en uzun geceyi yaşadığı, denizlerin artık meçhul bir geleceğe doğru akmaktan vazgeçtiği, alabalıkların yeryüzüne çıkıp doğacak bir hilkat garibesini beklediği gün gözlerini açtığı o hayal evini düşündü şiddetli bir istekle. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Elleriyle göğsünün ortasından ileriye doğru bir kavis çizdi. Binlerce parıltı yağdı üzerine yağmur misali. Ve işte oradaydı....
İki katlı, terkedilmiş, yalnız bir evin üst katındaki yatak odasında kırık bir iskemlenin üzerinde oturuyordu. Çocukken dünyanın dört bir tarafından topladığı yaprakları, yarasaları, bebek bulutları aradı gözleri. Hiçbirini bulamadı. Bahar kokulu bir öğle üzeri, tavanı camla kaplı yeşil odası dipsiz bir kuyunun en sonundaydı artık. Baktığında kızıl saçlı ve mavi gözlü o güzel kadını göreceğini bilse on binlerce ayna toplardı başına. Ama hatırlayamadığı bir zamandan beri bakmıyordu kırık bir cam parçasına bile. Ayağa kalktı. Geri geri kapıya doğru yürüdü. Vakit geldi dedi tekrar. Yarı açık olan pencereye doğru ilerledi içinde bu küf kokan, virane evi bırakmanın acısıyla ve kendini boşluğa bıraktı. Bir an bocaladı. Sonra bir zamanlar
Babaannesinin söylediği bir söz geldi aklına.
- Cadılar sadece ölürken uçabilirler. Haykırmak istedi bunu tüm insanlara. Yapmadı. İki ayaklı kötüleri sakat kurbağalara çevirecek kadar bile güç yoktu içinde. Bitmişti. Korkmamalıyım dedi kendi kendine. İstesem de düşemem. Gök kubbenin en tepesinde duran serçenin tüyü aşağı doğru süzülerek inerken nasıl arada sırada rüzgarın etkisiyle yükselirse o da öyle uçmaya başladı göğe doğru.... Ve o derin karanlıkların ortasında yılan şeklinde bir ışık denizi gördü. Bizim cennetimizde orası herhalde diye düşündü. Gittikçe yaklaştığı bu parıltı ona bir şiiri hatırlattı. Rüzgarsız bir sabah vakti insan boyu otların ona okuduğu bir şiir:
Geceler güzeldi
Gündüzler daha güzel
Ama sen....
Üzerinde bir demet papatya
Ölümden de güzelsin.
Biçimsiz başını kendini sonsuza kadar ağırlayacak olan dünyanın çoban yıldızı renkli girişine sokarken, gözleri, elleri, bedeni bu ışık dünyası içinde binlerce parçaya bölünürken, kaygı endişe.... Hepsi kaybolup gitti. Sonra bir oldu bütün bu çevresindekilerle. Son bir gayretle arkasına dönüp baktığında, kapanmakta olan beyaz bir delikten kıpkırmızı bir dünya gördü. Kötülerin iki ayaklı sakat kurbağalara döndüğü, masum insan yavrularının doğduğu evin önünden geçerken içeri girip salonda, şöminenin üzerinde kızıl saçlı, mavi gözlü güzel bir kadının yağlı boya resmine hayran hayran baktığı bir dünya... Bir huzurla kapattı gözlerini. Yüz yıllık yorgunluğunu dinlendirmesinin, yağmurların mavi mavi yağmasının artık vakti gelmişti.

25 Ocak 2010 Pazartesi


Nasıl başladı ? Tam olarak bilmiyorum. Çocukken deniz kenarındaki o evde otururken geceleri gözlerimi kapattığımda uzayı gördüğümü sanırdım. Yüz binlerce ışık topu dönüp dururdu karanlığın içinde. Hatta bazen gözlerimi açtığımda da görmeye devam ederdim onları. Pencere kenarına oturup dışarıyı seyrederken gördüğüm insanlara hikayeler yazardım içimden. Yaşlı, yürümekte zorluk çeken teyzelerin Sarıyer büyücüsünün kıskançlığı yüzünden solgun bedenlere hapsettiği güzel kadınlar olduğunu hayal ederdim. Şehir hatları vapurları yolcularını gökyüzünde taşıyabilirdi benim gözümde. Ve martılar kırmızı renkte... Yazıyla olmasa da sözle kurguladığım hikayeleri- çoğu korku hikayesi olurdu- mahalledeki çocuklara anlatırdım büyük bir hevesle. Sözcüklerin evreni kurduğum bütün bu düşlerle öylesine birdi ki yazmasam olmaz. Her yere gidebilirim ve herkes olabilirim sözcüklerle.

Kuzey ışıklarını görüyorum
Trenler ve gemiler geçiyor hayatın tam ortasından
Gölgeler uzuyor
Saçlarımı kumlara özenle bırakırken
Ve ağır aksak yaşlı bir kadın gibi giderken
Sonsuzluğun izinden
Penceremden süzülürdü AŞK
Bırakırdı ulaşılmaz duruşunu
Sıyrılırdı hayallerinden ve renklerinden
Ben olurdu...
Kısa bir süre sonra

Ben, kaybolurdu...

SEZGİ


Dirilişimde yalnızdım
Soru işaretleriydi kehribar rengi gözlerini anlatıp duran
Ben... Hiçbir renktim
Saydam ve gerçek bir hikaye gibi
Ayın sonbaharda kaybolmasını bekledim...

23 Ocak 2010 Cumartesi

ANIN İÇİNDE


Şehrin kalbindeyim. Ve atışını içimde hissediyorum. Odalarında eteklerimi sürükleyerek dolaşacağım bir masal evi yolculuğuna davet ediyor beni bu sesler. Bu duyguları hangi sözlerle ve kurguyla anlatabilirim ? Kocaman ağaçların ve tarihin eski zamanlarına ait taştan binaların, duvarların ruhunu ve renklerini ellerimde, kollarımda ve bacaklarımda bir sızı gibi hissettiğimi anlatmaya bir hikayenin cümleleri yeterli olabilir mi ?
Sultan Ahmet Meydanında Alman Çeşmesinin yanıbaşındayız. Soğuk tenimizi kesiyor. Fakat yine de duruyoruz bir anlığına. Oradan oraya yürüyen, farklı ülkelerden gelen insanların, kedilerin, yaprakların ve rüzgarın da bizimle durduğuna hükmediyoruz. Sonra bir uğultu yükseliyor arkamızdan. Gerçek, şimdiki rengini kaybediyor; sisli ve parlak bir arka planın eşilğinde görüyoruz her yeri. Sultan I. Ahmet yanında veziri, devlet erkanı ve mimar Sedefkar Mehmet Ağa hızlı adımlarla geçiyorlar yanımızdan. Hararetli konuşmalar geçiyor aralarında ama söylenenleri anlamıyorum. Padişahın yüzü gülüyor. Mutlu... Kehribar renginde, gösterişli bir kaftan giyiyor. Bu düş kalabalığına doğru bir adım atmak istiyorum ki, hepsi bir anda kayboluyor. Seninle göz göze geliyoruz.
- Bak diyorsun. Yılın ilk karı yağıyor. Ben ise karşıdan bize doğru gelen aileye bakıyorum. Çocukların başında satıcılardan aldıkları padişah kavuğu, ellerinde çubuklara sarılmış renkli macunlar, yürüyüp gidiyorlar.

21 Ocak 2010 Perşembe

UYUMSUZ


Yolda...
Sessiz ağaç hayaletleri karşılar beni
Saklı kalan, soylu kadın resimleri çizerim
Gerçek, hüzün tablolarına benzer
Kraliyet günlerini anlatır kimi zaman
Yarım kalmış bir kırmızının hikayelerini de...
Onlara, herkese, herşeye...
Hayal olur, hayal durur

20 Ocak 2010 Çarşamba

YANILSAMA


Sarı bir akşam doldu odanın içine. Aynı anda vitrinin kaplumbağa şeklindeki tahta oymaları burun deliklerini açıp kapadılar. Belki başlarını sağa sola kımıldattılar azıcık.
Gölgeler garip biçimlerde uzuyor ağır eski moda mobilyaların orasına burasına tutunmaya çalışıyordu. Bir şekli vardı sanki karanlığın. Beyaz, fötr bir şapka giymiş gözlüklü bir karanlıktı bu. Onca yorgunluğuna rağmen yılmıyor, şehrin sokaklarına evlerine odalarına sarsılmaz bir görev bilinciyle giriyordu. Uzun zamandır suskun insanların kendine has, ürkütücü haliyle uzandı kanepeye. Atalarından kalan demir bir çiçek dürbününden bakıyordu şimdi etrafa. Helezoni maviler, yarım kalmış siyahlar loşluğun ortasında uçuşuyordu . Antika masanın üzerinde bütün asaletiyle duran uzun bir mumun ışığında görüyordu her yeri. Üzerinde gümüş renkli bir aziz resmi vardı mumun. Dağları, evleri hızla delip geçebilen ve sevgiyi tohum misali geçtiği her yere dağıtan bir insandı o. Bir de müziği vardı ardına bir aşık gibi takılan.... Müzik bir dakikalığına yankılandı odanın içinde.
Bulutların gizlediği bir kaleydi sanki bu oda. Yaşlı, orta boy bir tepenin yamacında büyük, tek katlı bir evin eski eşyalarla dolu salonu ve ceviz komidinin yanından seyredebildiğin bereketli deniz ( ki çoğunlukla yaptığı buydu zaten )... Bir sihir bu diye bağırmak geldi içinden bir gün sabahın beşinde boğazda yüzen bir balina gördüğü zaman.O gece de pek iyi uyuyamamış, gün daha ağarmadan balkona çıkıp boğazı seyretmeye başlamıştı. Ağır ağır hareket etmekte olan bir yük gemisinden başak bir şey yoktu görünürde. Sonra farketti karaltıyı. Geminin altından aniden yüzen bir ada gibi ortaya çıkmış ve yarı beline kadar havaya sıçrayıp kendini yeniden bırakmıştı öz yurduna. Ardından kar yağmaya başlamıştı zaten. Mevsim ekimdi. Balina ve kar arasında bir bağ kurulamaz ki dedi içinden ve içeri, salona geçti. Üşümüştü. Koltuğun üzerinde duran eski sararmış gazeteleri aldı. Saatlerinizi ileri almayı unutmayın diyordu birinde. Mutluca geçen bir ilkbahara aitti belki diye düşündü.
Belki o günden sonra hiç mutlu olmadım ben. Çok duyarlıklıyım... Trenler, dağlar, topraklar geçmişti insanların üzerinden. Nasıl da ağlamıştım. İnsanlar geldi, insanlar gitti. Yemek yediler akşamları. Anneleri salata yaptı onlara. Ekmek koydular tabakların yanına, yesinler diye... Çocuksu, bitmeyen, dingin bir iç ormanında tek başına kararlı, kararsız adımlarla ilerliyormuş gibi hissederdi kendini çoğu zaman. Tahtadan, yüksek bir çitin ardındaydı sanki gerçek evi. Vurdumduymaz, aymaz hiçbir uçuçböceği insanının gelemeyeceği, gelip de penceresini tıklatamayacağı bir ev vardı içinde. Çok uzun zamandır gökyüzünde bir leylek çıkartması bekleyen o yaşlı doğacı gibiydi.Yaşlı doğacılar büyük ağaçların ortasında yaşar, insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesi için dua eder ve göğün yarısını kaplayan büyük bir leylek sürüsü gördüklerinde ölümün yakın olduğunu anlarlardı.
Üşümüştü. Koltuğun üzerinde duran eski sararmış gazeteleri aldı ve salonun bir köşesinde duran ağaç modelden sobanın kapağını kaldırdı. Gazete sayfalarını özenle yırttı. Birkaç tane kozalağı, gazlı bezi ve tahta parçalarını sobanın içindeki odunların arasına yerleştirdi. Öteden beri severdi bu töreni ve havaya yayılan gaz konusunu. Büyük boy bir kibriti yakarak bu yığının üzerine attı ama hemen kapatmadı sobanın işlemeli kapağını.
Durdu. Daha bir dikkatle bakmaya başladı alevlere. Gitgide artan bir sıcaklığın yüzüne, içine doğru usulca yürüdüğünün hissetti. Geri çekilip oradan uzaklaşmak istiyordu fakat sanki bir güç, yüzyıllık ağaçları toprağa bağlayan kalın kökler gibi bir şey yaşlı bedenini tutuyordu orada, sobanın yanıbaşında... Ölüm mü geldi acaba diye sordu kendi kendine . Eğer öyleyse, şu an ben kanepede yatıyor olmalıyım. Ve bütün bu yaşadıklarım... bu alevler, bu sıcak, bir şeylerin işareti olmalı. Bu dünyaya ait olmayan bir korku sardı içini. Akrabaların uzun süredir beklediği şey oluyor galiba. Peki insan böylesine bilinçli mi oluyordu ölürken ?
Yanılıyordu. Birdenbire alevlerin ortasında beliren hem de çok canlı duran bir görüntüden anladı bunu. Lacivert rengi bir denizle kucaklaşmış bir kum tepeceği vardı orada. Bulut beyazı, kolsuz bir elbise giymiş orta yaşlı bir kadın bu sonsuz gibi görünen sarının üzerine oturmuş sığ maviliğe bakıyordu. Saf bir gülümseme vardı yüzünde. Sırtını arkasında renksiz gibi görünen berrak göğe yaslamış suyun içinde oynayan küçük bir kız çocuğuna bakıyordu sevgiyle.
- Nasıl güzel mi ? diye bağırdı. Eliyle nefis işareti yaptı çocuk.
- Çok sıcak. Sen de gelsene.
- Yok. Burası daha güzel. Hafif bir lodos geldi uzaklardan. Küçüğün yanağına şöyle bir dokundu; sonra kısa, açık kumral rengi saçlarını havalandırdı ileriye doğru. Sevinçle zıpladı çocuk, ufak bir deniz minaresi kıpırdandı ayağının altında ve kendini dizlerine kadar gelen sıcak suyun içine bırakıverdi. Bildik bir dağın içinden yüzlerce yıldır gelmekte olan karanfil kokan bir su tadındaydı bu mavilik. Mutluluğu ne anlama geldiğini bilerek yaşıyordu küçük kız.
- Kendini unutmak buymuş meğer dedi bu resmi izleyen. Güzel şeymiş be! Ne sobadan yükselen alevlerin yaydığı bunaltıcı, acıtan sıcak ne de is kokan elleri... Hiçbir şeyi görmüyor, düşünmüyordu artık. En son çocukluğunda, on üç on dört yaşındayken yaşamıştı böylesine saf bir heyecanı. Bir akşam Amcası gelmişti konağa. Elinde karton bir kutu, içinde yapraklar arasında gezinen ipekböcekleri...
- Bu benim mi? Gerçekten benim mi? diye sormuştu kaç kez. Ne güzeldi bir canlıyı sevmek, sonra kaybedip gitse de o çiğ tanesinden yapılmış billur anı. Hemen unuttu geçmişi.Geriden gelen anıların,hoş olsalar bile, yakasını bırakmayacaklarını ruhunu ve bedenini güçsüz bırakacaklarını biliyordu çünkü. En büyük sorunda buydu aslında.
Gıcır boyalı bir sandaldan boğazın serin sularına atlayıp kollarını yoramıyordu yaşlı insanlar. Tatlıdan tuzludan tıka basa yiyip bir saat sonra yine acıkamıyorlar, soğuk havada yün başlıklarını çıkarıp yüzlerini sorumsuzca rüzgara dönemiyorlardı. Yaşam döngüsü denilen düzene alışamamıştı doğrusu. Beyin hücrelerinin büyük bir kısmının öldüğünün farkında olan bir insan olarak sobanın içinde gördüğü ya da gördüğünün sandığı bakir doğa ve bu küçük simgeliyordu o an bütün güzel şeyleri. Kum tepesinde oturan kadının kızın Annesi ya da Teyzesi olduğuna hükmetti. Alnından terler akıtan bu sıcaklık karşısında mantıklı düşünceler ileri sürebilmesine şaşırıyordu. Bedeni ve iç benliği birbirinden ayrılmıştı aslında. Her ne kadar bu hayal ve gerçek karışımı manzarayı yarı ıslak ve kırmızı bir yüzle izlese de kalbini saran o saf, serinlik veren duygudan anlıyordu bunu. Bir zamanlar bazı ülkelerde bulunmuştu. Sıcak, soğuk, kuru ve ıslak vatanların bereketli, kıraç topraklarında türlü otların bitkilerin bittiği yerler, kocaman heyhüla gibi kayalıklar görmüştü. Uzakların çağrısına kolayca kapılıp, kendini boşluğa bıraktığı zamanlardı onlar. Eski zamanlardı... Fakat şimdiye kadar kalbini böylesine avuçlarının arasına alan bir doğa parçası bulmuş değildi. Hem de nerede? Sobadan yükselen kırmızı sarı alevlerin arasında. Ateşin sesini duyup onu anlayan biriydi demek ki yaşlı adam da haberi yoktu.
Birden bir hışırtı yükseldi küçüğün neşeyle içinde neşeyle oynadığı yeşil, mavi denizden. Düşüncelerinden sıyrılıp izlemeye koyuldu yeniden bu gerçek dünyayı. Sahile yakın bir yerden, sağ taraftan üç direkli büyük bir yelkenli girdi göz sahasına. Görünürde kimse yoktu üzerinde. Rüzgar olabildiğince ve bir sevgiliye sarılır gibi içten kucaklıyordu pruvaları. Su bıçak darbesi yemiş gibi ikiye ayrılıyordu . Köpükler farklı yönlere dağılıyordu zorunlu olarak. Kum tepeciğinin üzerinde bulut beyazı elbisesini dizlerine geçirmiş oturan kadın ani bir hareketle ayağa kalktı.Aynı anda suyun içinde ıslak kıyafetine aldırmadan oynayan küçük kız da doğruldu. Birbirlerine baktılar vakit daha erken dermişçesine. Yüzlerine hayal kırıklığı vardı. Üzerinde birdenbire çiçekler biten elbisesini yukarı kaldırmadan suya girdi kadın.Kızın elinden tuttu ona güç vermek istermişçesine.
-Üzülme . Bizi yeniden getirecekler buraya.
- Söz mü ?
- ......
- Söz mü ?
- Evet. Sana söz veriyorum. Gözleri parıldadı çocuğun.
- Hadi şimdi gidelim. Ve el ele sahile oldukça yaklaşmış olan yelkenliye doğru yürüdüler. Su dizlerinden öteye geçmiyordu. Yaklaşık yüz metre sonra artık sırtlarını ve uçuşan saçlarını görebiliyordu yaşlı adam. Sonra belli belirsiz bir karaltı gördü güvertede. Vücudu karanlık yarı saydam ve arada sırada bir televizyon ekranı gibi titreyen görüntüsüyle garip bir canlıydı bu. Haylaz bir rüzgar kolları, bacakları ve başıyla oynuyordu sanki. Kuvveti vardı ama. Sağ kolunu güvertenin ortasından aşağı sarkıttı. Kadın ve küçük kız bu kendiliğinden uzanan kolu hemen kavrayıverdiler ve bir an da üçü de görünmez oldular yelkenlinin içinde. Herşeyin eski haline dönmesi bir anda oldu. Kaybolan bu hayalin ardından soluk soluğa koltuğa bıraktı kendini. Göğsü, sırtı ter içinde kalmıştı.Kalkıp pencereyi açmaya çalıştı. Yapamadı. Ne zamandır uğramayan eski düşmanı öksürük nöbeti izin vermedi buna. Kısık sesiyle mırıldandı:
-Peki şimdi ne oldu ?
Akşam yatağa girdiğinde atlas yorganı sıkı sıkıya başına çekti. Sobanın ateşi söneli yarım saat olmuş, eve ılık bir hava yayılmıştı. Gözlerini kapatmadan bir kez daha fısıldadı kendi kendine akşamki sorunun cevabını:
- İlk dokunuş....
Gittikçe hızlanıyordu zaman. Günlerin içinden tramvaylar bile geçebilirdi.
Işıklar ve renkler o renkli tramvaylarla bir gece vakti küçük bir şehirden geçiyormuşçasına hızla akıyor ve kayboluyordu. Ve hayatlarını ulu çınar gövdelerine sarılamadan geçiren pek çok insan yaşamın felsefesini yapmaya devam ediyorlardı.
Kuşların, uçakların ve bulutların gölgesi yüzlerce kez geçtiler insanların üzerinden. Böylece bahar geldi. Mevsimin ilk karında yaşadığı ve uzun süre iç dünyasını meşgul eden o olayı unutmuştu ya da çok daha az hatırlıyordu artık. Sobayı tamamen söndürüp temizleyeli ve her zamanki balkon sefasına başlayalı birkaç gün olmuştu.
Kışın başlangıcında gördüğü balina bir daha gözükmedi. Fakat körfeze giden yunus sürüleri boş bırakmıyordu. Günleri eski Türkçe kitapların tozlarını almak, bir zamanlar ziyaret ettiği o güzel ülkelerin resimlerine bakarak ve kendini iyi hissettiği zamanlar sahilde kısa yürüyüşler yaparak geçiyordu.
Bir akşam salonda abajurun loş ışığında kanepeye uzanmış hoş bir kadını düşünürken
elektrik kesildi. Son birkaç gündür sık sık oluyordu bu. Üzerinde gümüş
renkli aziz resmi olan mumu yaktı el yordamıyla. Tekrar kanepeye uzandı büyük bir
yorgunlukla. Kirpikleri nasıl da ağırlaşmıştı. Kararlı bir uyuma isteğiyle başını kızıl
kahve yastığın derinliklerine doğru gömdü. Tam uykuya dalacaktı ki homurtuya benzer bir ses duydu. Odayı bir sıcaklık kapladı. Bir dakika kadar gözlerini açmakta tereddüt etti. Sonra merakına yenilip göz kapaklarını araladığında nedense şaşırmadı. Soba yanıyordu... Yavaş yavaş birbirine kaynaşan odunların çıkarttığı gürültülü sesi bile duyabiliyordu. Ayağa kalktı. Kendinden emin, cesur bir tavırla yürüdü. Kanca burunlu demir parçasıyla sobanın kapağını açtı. Orada, alevlerin arasında ne gördüğünü biliyordu şimdi. Lacivert rengi bir deniz ve onunla kucaklaşan upuzun bir sahil... Beyaz elbiseli kadın ve küçük kızı alan yelkenli beliriverdi .Gülümsedi. O karanlık hayal yelkenliden inip suyun üzerinde yürümeye başladığında ne yapması gerektiğini biliyordu. Nasıl olsa birazdan sıcaklığı unutacaktı. Unuttu da....

Issızlığın ortasından
Mağrur perilerin fildişi kulesine yolculuk
Bilgelik ağacım
Yapraklarını yakarken
Arkamda nefesini hissediyorum
Şimdi uyandır beni
Usulca ve merhametle
Adı belki olan bir cumhuriyet varmış
Orada kendi gibi olma ve umarsızlık
Kaybolmanın dayanılmaz hafifliği
Amaçsızlığın garip resmi
Bırakarak herşeyi yeniden doğmak
Mağrur bir peri olarak...

DERİN


Siklamen rengi, derin bir bahçede yürüyorum yalnız başıma. Öylesine masalsı,
gerçek olmayan bir gündüzü yaşıyorum ki dışarıda sabırsız bir şekilde beni bekleyen arabanın bile varlığını unutuyorum. 58 Marka bir Ford bu... Hemen yanı başında iki tane devlet memuru var. Kafalarında siyah şapkaları, gözlükleri ve çantaları ile çok garip görünüyorlar. Korkuyorum. Çünkü gözlüklerinin içinde siyah karıncalar geziniyor. Fakat onlar bu durumdan hiç de rahatsız değil. Bahçenin ortasından onlara bağırıyorum:
- Neyiniz var ?
- Biz 657’ye tabiiyiz diye sesleniyorlar aynı anda mekanik bir sesle. Görev kutsaldır.
Aslında umarsızım... Kayalık bir adacıkta yaşayan ve her gün aynı saatte Anka kuşunun gelmesini bekleyen o çaresiz, aptal adamdan hiçbir farkım yok. Göğün yarısını kaplayan ve evrenin tüm renklerini taşıyan kanatları bekliyorum ben de içimi kemiren yaşlı kurtlardan kurtulmak için, dışarı hiç çıkmayıp o arabaya binmemek için.
Yürüyorum... Yolun iki tarafında büyük kitabeler var. Yeryüzünün en eski sırları yazıyor üzerlerinde. Rüzgar esiyor ağaçların arasından... Güz kurbanları düşüyor yüzüme, saçlarıma. Bir yaprak insan olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. Yanımdan gelip geçen herkes beni birbirine gösteriyor.
- Kaybolmak isteyen biri o diyorlar. Belki birazdan bir ağaç olur.
Yürüyorum, az ötede gördüğüm küçük eve bir türlü ulaşamamanın verdiği korkuyu içimde hissederek... Ayakkabılarımın çıkardığı donuk tıkırtılar kafamda yankılanıyor gitgide büyüyerek. TOK TOK TOK.... Sonra onlarca civciv beliriyor etrafımda. Hepsi de siyah. Üzerlerinde beyaz yakalı, çiçekli elbiseler var. Tek sıra halinde bahçenin derinliklerine doğru gidiyorlar. Bu görüntü bana aradığım ilhamı veriyor. İçimden olanca kuvvetimle
- Çok değişik bir şey olsun diye bağırıyorum tam üç kez. Dileğim kabul oluyor. Demirden bir kafesin üzerimde bitiverdiğini ve içinde, florasan rengi bir mermer üzerinde ebedi uykusuna yatmışçasına uzanan kendimi görüyorum. Ama hayır ! Bu ben değilim. Çok kuvvetli, başının ortasında bir tutam uzun saçtan başka bir şey olmayan bir ermiş bu. Yanına gidiyorum. Onu öpmek, vücuduna sarılmak ve beni bu sıkıştığım bahçeden kurtarmasını istemek amacım. Ama yapamıyorum. Başını yana doğru çeviriyor. Gözlerini açıyor ve
- Ne olur kurtar beni diye yalvarıyor. Yüz elli yıldır burada cezalıyım. Bir kız çocuğunun gelip dua etmesi gerekiyor benim için. Sen yüz elli yıl sonra gördüğüm ilk küçüksün. Sözlerinin gerisini dinlemiyorum. Hızla kaçıp gidiyorum oradan. Arkama bakmaktan çekiniyorum. Bu kabus öyküden kurtulmak, zavallı civcivlerin başak rengine dönüştüğünü görmek istiyorum. Neden yedinci gününü yaşayan bir kelebek gibi dolandırılıyorum ki ortalıkta ?
Bütün bu delişmen hülyaların ortasında, yedinci gününü yaşayan bir kelebek gibi gezinirken bahçenin ortasında bir büst gördü. İki yanını salkın söğütlerin çevrelediği, arkasında tek bir lekesi dahi olmayan sonsuz bir mavinin beklediği bir büst... ( Atatürk tü bu )Ağır dikkatli adımlarla yanına yaklaştı yüzünü bildiği hiç kimseye benzetemediği bu bronz parçasının. Çocuğu yıllar önce kendini uçurumdan atmış bir babanın hüzünlü ifadesi var gözünün kenarındaki derin çizgide dedi içinden. Bu düşüncesini heykele de söyledi. Cevap vermedi hüzünlü baba.
- Canın nasıl isterse. Ben sadece dertleşmek istemiştim dedi o da. Ellerini önce kendi yüzünde sonra da büstün soğuk, derin hatlı kıvrımlarında gezdirdi.
- Aaaa... Hatırladım diye bağırdı. Süpermensin sen. O an atmosferi hızla aşıp uzaya doğru sağ yumruğu havada olmak üzere uçan Süpermen’i gördü. Yüzünde mağrur, bilgili bir ifade vardı. Gülümsedi.
- Güzel günlerdi. Ama artık gitmem lazım. Yürüyecek çok yolum var.
Tam arkasını dönmüş gidecekken bir çıtırtı ve böğürmeyle karışık bir ses duydu. Hayatının hatasını yaptığını, bir daha hiçbir şeyin deminki gibi olmayacağını ve bütün civcivlerin öleceğini bilerek dönüp arkasına baktı. Yüzün bronz dış kısmının yarısı çoktan çatlamış içinden yaşayan, soluyan bir şey görünüyordu. Biçimli bir surat ama yine de pembemsi bir et parçası... Daha önce duymadığı çok eski bir dilde konuşuyor... Kutsal bir kitabın sözleri mi bunlar? Yoksa bir lanet mi babadan oğula geçen ? Bilemedi. Bu bilinmezlikle geriye doğru birkaç adım attı.Eflatun yeşil bir nane tarlasının ortasında üzerine koruk üzümler yağarken, kucağında ölmüş bir kuzuyla oturan küçük prensti şimdi. Belli belirsiz mırıldanmalarla kendini suçlamaya, avutmaya çalıştı hızla yüzden uzaklaşırken
- Dokunduğum her ne varsa bozuluyor... Sesi artık iyice koyulaşmış olan karanlıkta yankılandı. Bu zaman makinesini neden icat edemediler. Ne güzel doğduğum ana giderdim şimdi. Mavi krallığıma giderdim. Dönüp bütün kat ettiği mesafeleri bir gökkuşağı ile silmek, o hayalet yüzün söylediği her sözü de toprağa gömmek istedi. Ama bunu yapmadı. Çünkü yıllar sonra buradan bir söğüt ağacının çıkacağını ve kabusun kaldığı yerden devam edeceğini biliyordu. Ayrıca bir daha bu bahçeye yolunun düşmeyeceğini kim garanti edebilirdi ?
Böylesine derin, küçük bir kızı alıp okyanusun binlerce damlasında biri yapan düşüncelerden sıyrılıp gökyüzüne baktığında sadece karanlık bir ülke vardı. Korku kuşu gelip parmağına kondu o ülkeden. Önünde uzayıp giden patikaya baktı. Çakıl taşlarını ayağıyla hissedebiliyordu renklerini göremese de. Bir an için kör olduğunu düşündü. Fakat az ileride demin gördüğü küçük ev sarı, pembe ve mavi ışıklarıyla belirince bu fikri değişti. Korku kuşunu elinden silkeleyip eve doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Yüzünde donuk, anlamsız bir gülümseme... Çünkü daha önce hiç böyle bir ev görmemiş. Rüyalarında bile...
Her odasında başka renk bir ışığın yandığı beyaz, tek katlı bir ev... Bir de verandası var. Verandasında salıncağı bile var. Kalın saçlı yaşlı bir adam göründü kapının önünde. Eliyle gel işareti yaptı. Dedesinin savaşta kaybettiği küçük parmağı ve öldürdüğü çekik gözlü askerlerle ilgili hikayeleri anımsadı nedense. Sevinç, heyecan... Bütün bu karmaşık duygularla eve iyice yaklaştı. Fakat birden evin sol tarafında iki kişi göründü. Başlarında siyah fötr şapkaları ve gözlüklerinin içinde gezinen karıncalarıyla o iki memur... Bir an için her şey derin bir geceye büründü. Beyaz ev ve ışıkları da... Sonra geçti bu bulut.
En kararlı halini takındı. Omuzlarını yukarı kaldırdı. Asker adımlarıyla verandanın merdivenlerine doğru yöneldi. Devlet memurları da ona doğru. Gözlerini sımsıkı kapadı.Yaşlı adam olanca, kalanca kuvvetiyle bir hamle yapıp kolunu kavradığında artık rahatlamıştı. Karıncalı adamlar da rahatlamıştı sanki. Bizden çıktı bu iş diye düşünmüşlerdi belki de... Gözlerini açtığında kurtarıcısının güven veren yüzünü gördü. Ona başından geçenleri anlatmak, çektiği vicdan azabını hafifletmek istedi. Tam konuşmaya başlayacakken:
- İçeri gel dedi yaşlı adam. Evin dar, beyaz kapısını açtılar birlikte. İçeride beyaz duvarlar, beyaz koltuklar, kristal abajurlar arasında üç kişi oturuyordu. Süpermen, ermiş ve korku kuşu... Derin bir huşu içinde ona bakıyorlardı. Çok utandı ve yüzünü çevirdi onlara bakmamak için.
- Üzülmene gerek yok.... Artık herkes kurtuldu. Bundan böyle bu evde birlikte yaşayacağız.Bir serinlik geldi içine. Kaygı duymama gerek yok. Nasıl olsa birazdan uyanacağım diye düşündü. Beşi birlikte pencerenin kenarına geldiler. Ev ağır ağır yerden yükselip karanlıklar ülkesine doğru giderken de üzülmedi.