20 Ocak 2010 Çarşamba

DERİN


Siklamen rengi, derin bir bahçede yürüyorum yalnız başıma. Öylesine masalsı,
gerçek olmayan bir gündüzü yaşıyorum ki dışarıda sabırsız bir şekilde beni bekleyen arabanın bile varlığını unutuyorum. 58 Marka bir Ford bu... Hemen yanı başında iki tane devlet memuru var. Kafalarında siyah şapkaları, gözlükleri ve çantaları ile çok garip görünüyorlar. Korkuyorum. Çünkü gözlüklerinin içinde siyah karıncalar geziniyor. Fakat onlar bu durumdan hiç de rahatsız değil. Bahçenin ortasından onlara bağırıyorum:
- Neyiniz var ?
- Biz 657’ye tabiiyiz diye sesleniyorlar aynı anda mekanik bir sesle. Görev kutsaldır.
Aslında umarsızım... Kayalık bir adacıkta yaşayan ve her gün aynı saatte Anka kuşunun gelmesini bekleyen o çaresiz, aptal adamdan hiçbir farkım yok. Göğün yarısını kaplayan ve evrenin tüm renklerini taşıyan kanatları bekliyorum ben de içimi kemiren yaşlı kurtlardan kurtulmak için, dışarı hiç çıkmayıp o arabaya binmemek için.
Yürüyorum... Yolun iki tarafında büyük kitabeler var. Yeryüzünün en eski sırları yazıyor üzerlerinde. Rüzgar esiyor ağaçların arasından... Güz kurbanları düşüyor yüzüme, saçlarıma. Bir yaprak insan olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. Yanımdan gelip geçen herkes beni birbirine gösteriyor.
- Kaybolmak isteyen biri o diyorlar. Belki birazdan bir ağaç olur.
Yürüyorum, az ötede gördüğüm küçük eve bir türlü ulaşamamanın verdiği korkuyu içimde hissederek... Ayakkabılarımın çıkardığı donuk tıkırtılar kafamda yankılanıyor gitgide büyüyerek. TOK TOK TOK.... Sonra onlarca civciv beliriyor etrafımda. Hepsi de siyah. Üzerlerinde beyaz yakalı, çiçekli elbiseler var. Tek sıra halinde bahçenin derinliklerine doğru gidiyorlar. Bu görüntü bana aradığım ilhamı veriyor. İçimden olanca kuvvetimle
- Çok değişik bir şey olsun diye bağırıyorum tam üç kez. Dileğim kabul oluyor. Demirden bir kafesin üzerimde bitiverdiğini ve içinde, florasan rengi bir mermer üzerinde ebedi uykusuna yatmışçasına uzanan kendimi görüyorum. Ama hayır ! Bu ben değilim. Çok kuvvetli, başının ortasında bir tutam uzun saçtan başka bir şey olmayan bir ermiş bu. Yanına gidiyorum. Onu öpmek, vücuduna sarılmak ve beni bu sıkıştığım bahçeden kurtarmasını istemek amacım. Ama yapamıyorum. Başını yana doğru çeviriyor. Gözlerini açıyor ve
- Ne olur kurtar beni diye yalvarıyor. Yüz elli yıldır burada cezalıyım. Bir kız çocuğunun gelip dua etmesi gerekiyor benim için. Sen yüz elli yıl sonra gördüğüm ilk küçüksün. Sözlerinin gerisini dinlemiyorum. Hızla kaçıp gidiyorum oradan. Arkama bakmaktan çekiniyorum. Bu kabus öyküden kurtulmak, zavallı civcivlerin başak rengine dönüştüğünü görmek istiyorum. Neden yedinci gününü yaşayan bir kelebek gibi dolandırılıyorum ki ortalıkta ?
Bütün bu delişmen hülyaların ortasında, yedinci gününü yaşayan bir kelebek gibi gezinirken bahçenin ortasında bir büst gördü. İki yanını salkın söğütlerin çevrelediği, arkasında tek bir lekesi dahi olmayan sonsuz bir mavinin beklediği bir büst... ( Atatürk tü bu )Ağır dikkatli adımlarla yanına yaklaştı yüzünü bildiği hiç kimseye benzetemediği bu bronz parçasının. Çocuğu yıllar önce kendini uçurumdan atmış bir babanın hüzünlü ifadesi var gözünün kenarındaki derin çizgide dedi içinden. Bu düşüncesini heykele de söyledi. Cevap vermedi hüzünlü baba.
- Canın nasıl isterse. Ben sadece dertleşmek istemiştim dedi o da. Ellerini önce kendi yüzünde sonra da büstün soğuk, derin hatlı kıvrımlarında gezdirdi.
- Aaaa... Hatırladım diye bağırdı. Süpermensin sen. O an atmosferi hızla aşıp uzaya doğru sağ yumruğu havada olmak üzere uçan Süpermen’i gördü. Yüzünde mağrur, bilgili bir ifade vardı. Gülümsedi.
- Güzel günlerdi. Ama artık gitmem lazım. Yürüyecek çok yolum var.
Tam arkasını dönmüş gidecekken bir çıtırtı ve böğürmeyle karışık bir ses duydu. Hayatının hatasını yaptığını, bir daha hiçbir şeyin deminki gibi olmayacağını ve bütün civcivlerin öleceğini bilerek dönüp arkasına baktı. Yüzün bronz dış kısmının yarısı çoktan çatlamış içinden yaşayan, soluyan bir şey görünüyordu. Biçimli bir surat ama yine de pembemsi bir et parçası... Daha önce duymadığı çok eski bir dilde konuşuyor... Kutsal bir kitabın sözleri mi bunlar? Yoksa bir lanet mi babadan oğula geçen ? Bilemedi. Bu bilinmezlikle geriye doğru birkaç adım attı.Eflatun yeşil bir nane tarlasının ortasında üzerine koruk üzümler yağarken, kucağında ölmüş bir kuzuyla oturan küçük prensti şimdi. Belli belirsiz mırıldanmalarla kendini suçlamaya, avutmaya çalıştı hızla yüzden uzaklaşırken
- Dokunduğum her ne varsa bozuluyor... Sesi artık iyice koyulaşmış olan karanlıkta yankılandı. Bu zaman makinesini neden icat edemediler. Ne güzel doğduğum ana giderdim şimdi. Mavi krallığıma giderdim. Dönüp bütün kat ettiği mesafeleri bir gökkuşağı ile silmek, o hayalet yüzün söylediği her sözü de toprağa gömmek istedi. Ama bunu yapmadı. Çünkü yıllar sonra buradan bir söğüt ağacının çıkacağını ve kabusun kaldığı yerden devam edeceğini biliyordu. Ayrıca bir daha bu bahçeye yolunun düşmeyeceğini kim garanti edebilirdi ?
Böylesine derin, küçük bir kızı alıp okyanusun binlerce damlasında biri yapan düşüncelerden sıyrılıp gökyüzüne baktığında sadece karanlık bir ülke vardı. Korku kuşu gelip parmağına kondu o ülkeden. Önünde uzayıp giden patikaya baktı. Çakıl taşlarını ayağıyla hissedebiliyordu renklerini göremese de. Bir an için kör olduğunu düşündü. Fakat az ileride demin gördüğü küçük ev sarı, pembe ve mavi ışıklarıyla belirince bu fikri değişti. Korku kuşunu elinden silkeleyip eve doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Yüzünde donuk, anlamsız bir gülümseme... Çünkü daha önce hiç böyle bir ev görmemiş. Rüyalarında bile...
Her odasında başka renk bir ışığın yandığı beyaz, tek katlı bir ev... Bir de verandası var. Verandasında salıncağı bile var. Kalın saçlı yaşlı bir adam göründü kapının önünde. Eliyle gel işareti yaptı. Dedesinin savaşta kaybettiği küçük parmağı ve öldürdüğü çekik gözlü askerlerle ilgili hikayeleri anımsadı nedense. Sevinç, heyecan... Bütün bu karmaşık duygularla eve iyice yaklaştı. Fakat birden evin sol tarafında iki kişi göründü. Başlarında siyah fötr şapkaları ve gözlüklerinin içinde gezinen karıncalarıyla o iki memur... Bir an için her şey derin bir geceye büründü. Beyaz ev ve ışıkları da... Sonra geçti bu bulut.
En kararlı halini takındı. Omuzlarını yukarı kaldırdı. Asker adımlarıyla verandanın merdivenlerine doğru yöneldi. Devlet memurları da ona doğru. Gözlerini sımsıkı kapadı.Yaşlı adam olanca, kalanca kuvvetiyle bir hamle yapıp kolunu kavradığında artık rahatlamıştı. Karıncalı adamlar da rahatlamıştı sanki. Bizden çıktı bu iş diye düşünmüşlerdi belki de... Gözlerini açtığında kurtarıcısının güven veren yüzünü gördü. Ona başından geçenleri anlatmak, çektiği vicdan azabını hafifletmek istedi. Tam konuşmaya başlayacakken:
- İçeri gel dedi yaşlı adam. Evin dar, beyaz kapısını açtılar birlikte. İçeride beyaz duvarlar, beyaz koltuklar, kristal abajurlar arasında üç kişi oturuyordu. Süpermen, ermiş ve korku kuşu... Derin bir huşu içinde ona bakıyorlardı. Çok utandı ve yüzünü çevirdi onlara bakmamak için.
- Üzülmene gerek yok.... Artık herkes kurtuldu. Bundan böyle bu evde birlikte yaşayacağız.Bir serinlik geldi içine. Kaygı duymama gerek yok. Nasıl olsa birazdan uyanacağım diye düşündü. Beşi birlikte pencerenin kenarına geldiler. Ev ağır ağır yerden yükselip karanlıklar ülkesine doğru giderken de üzülmedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder