7 Şubat 2010 Pazar

TEKFUR SARAYI


Neredeyse dört yıl olmuştu Annemi görmeyeli. Sonra ansızın şehrin yarı karanlık, unutulmuş sokaklarından birinde çıktı karşıma. O sabah bütün gün yataktan çıkmamak ve bir gün önce işlediğim büyük günahın muhasebesini yapmak niyetindeydim oysa. Ama yine de elvermedi içim. Kalktım. Mevsimlik emprime elbisemi giyip dışarı çıktım. Kapıyı usulca kapattım. Saat altıydı çünkü. Apartmandaki yaşlı kimseler ya uyuyor ya da ölüyorlardı.
Serin ama davetkâr bir koku vardı havada. Dışarı adımımı atar atmaz görebildiğim tüm eski binaların gözlerinin aynı anda bana çevrildiğini hissettim. Onlar biliyorlardı.... Evlerin olan biten her şeyi, duyduğunu bütün sesleri kaydedebildiğini daha çok küçük yaşlarda öğrendim ben. Tanık oldukları irili ufaklı bütün olayları tuğlalarına, tahtalarına, kireçten renkli duvarlarına alıp, orada hapsediyorlardı. Er geç yıkılıp gitmelerinin nedeni de buydu aslında. Yorgunluk...
Evler üçe ayrılmıştı benim için eskiden beri. Önünde sürekli görünmez bir papatya fırtınası esen çocuksu evler, heyecan ve korkudan mütemadiyen kalbi hızla çarpan korkak evler ve tekdüze bir romanın sararmış sayfaları arasında gidip gelen sıkıcı evler. Şimdi ise garip bir biçimde maviye dönüşmüştü tüm yapılar. Değişik tonlarda ve değişik hikâyelerde...
Sahile inen yolda hızlı yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Mahallenin belki de şehrin en eski fırını açık. Şu köşede evsizin biri uzanmış kaldırıma. Üzerinde kartondan bir battaniye...
- Nasıl bu hale düşüyorlar diye sormuştu bir arkadaşım. Akşam tiyatro çıkışı, karşı dükkânın önündeki perişan durum rahatsız etmişti yanımdakini belli ki
- Çok basit. Kaybolmak istiyorlar demiştim. Şaşkın bir halde yüzüme bakakalmıştı.
- Ne garipsin!
Gariptim değil mi ben? Tam olarak ne zaman başladığını bilmemekle beraber orta şiddetli bir kum çölü fırtınası yavaş yavaş yanlarımı, başımı, dibimi ve şimdi de ortamı alıp ufalıyordu. Gerçekten zordu iki kişilikle yaşamak. Belki de üç, dört.... Biri öğle vakti uyurken, diğeri yüzmeye gidiyor, bu sırada en uslu olanı da- ki adı Nevindi- halk kütüphanesinde Oblomov’un yüz ellinci sayfasının ikinci paragrafını okuyordu.
Karşıdan gülümseyerek gelen iki rahibe böldü bu düşünce akışını. Çok güzel kadınlardı bunlar ve uçar gibi yürüyorlardı. Yanlarına koşup yakalarına yapışmak geldi içimden.
- Büyük bir günah işledim ben. Ama şimdi hatırlayamıyorum. Sizin dininiz ne diyor? Ne oluyor? Gülümsemeye devam ederek geçip gittiler yanımdan. Bir nehir aksaydı ya yolun ortasından. Emprime elbisemi çıkarıp içinde yıkanırdım. Evsizin biri de gelirdi yanıma. Tabii muhtemelen rahibeler ellerini birleştirip dua ederlerdi bizim için. Kazaya uğramış ruhlarımız için...
Bu sırada hala kapalı olan iki çamaşırhane, bir kitapevi ve ayakkabı tamircisini geçtim hızlı adımlarla. Renkler artık eski hallerine kavuşmuşlardı. Bu kez de biraz donuk ve yıpranmış geldiler bana. Kendi kazaya uğramış ruhum gibi...
İşte tam o anda rastladım Anneme. Tam denize bakan o dar sokağa gelmişken, kurtulacakken ve ana yola elli adım kala... Onu böyle birden karşımda görünce ilk tepkim şaşırmak oldu. Sonra içimden taşan, beni aşan bir sevinç. Üzerinde onu en son gördüğüm zaman giydiği pembe çiçekli pijama üstü ve gri eşofmanı yoktu. Onun yerine hiç tarzı olmayan siyah deri bir mont, pantolon ve koyu renk bir body giymiş. Kısa, kıvırcık saçları yine aynı sadelikte, kendi gibi... Sarılmak istedim. Kibarca beni itti.
- Hadi gidiyoruz.
- Nereye?
- Gidince görürsün. Bir müze ziyareti yapmamız lazım. Aslında ben müzeye falan gitmemek, siyah deri montunun yakasına asılıp
- Ben ne yaptım biliyor musun? Biliyor musun ha ? diye bağırmak istiyordum Ama yapamadım. Anneye bağırmanın cehennemde yanmak olduğunu daha çok küçük yaşlarda öğrendim ben. Beni peşine takıp hızlı adımlarla biraz uzakta, tepelik bir yere götürdü. Benden bunca yaş büyük bir kadının böyle genç, diri adımlarla yürümesine şaşırdım. Nefesimi sayamaz oldum . Dursan ya ! Sana biraz sarılsam ya!
Geldiğimiz yer demir parmaklıklar ardında yükselen görkemli, cami, müze ve ev karışımı bir yapıydı ve kapının hemen üzerindeki bir levhada büyük sarı harflerle TEKFUR SARAYI yazıyordu. En son okul hayatımın ilk günü sınıfın kapısından içeri girerken böyle olmuştum. Görünmez insanlar çimdirip durmuştu oramı buramı. Tenim bütün gün yanıp, acımıştı. Öğretmene söyleyememiştim.
İçeri girdiğimizde dikkatimi ilk çeken şey duvarlarda eski zamanın saray insanlarına ait olduğu anlaşılan siyah beyaz fotoğraflar oldu. Deniz kenarında kol kola yürüyen güleç bir kadın ve bir adam, ağaçlıklı bir yolda bisiklete binen kasketli,yelekli güler yüzlü bir genç, gösterişli bir salonda aynı anda kadeh kaldıran davetliler, dadısının kucağında poz veren küçük kız.... Hepsi, herkes gülümsüyor fotoğraflarda. Şimdi biz bu insanların yaşadığı sarayda mıyız? Neredeyiz biz? Görevliler nerede? Uzun, dar koridor geniş bir odaya açılıyor ve odanın bir köşesinde uzun, kocaman beyaz bir soba var. Camın hemen önünde bir oturma takımı. Koltuklardan birinin üzerinde irili ufaklı onlarca gülen porselen bebek aynı anda alaycı simalarını bizden tarafa çeviriyor sanki. Odanın diğer köşesindeki sallanan iskemlede oturan beyaz yemenili yaşlı kadın da tam o an fark ediyoruz. Annem hemen yanına gidip, nedense sinirli bir sesle soruyor:
- Teyze, görevliler yok mu? Yani müzeyi gezdirmek için.
Bense kadının gözlerindeki karanlık, uçurumsu boşluğa bakıyorum. Duyguları bana geçiyor. Fısıltıyla çıkıyor sesi.
- Gittiler. Onlar gideli çok oldu.
Kalabalık bir ziyaretçi grubu beliriyor koridorların birinde. Bizans’ın ya da Osmanlının bir şeylerinden bahsediyorlar hararetle. Bu sırada biz küçük donup kalmışız Annemle. Çünkü gösterişli tüyleriyle bir tavus kuşu dolaşıyor bu kalabalığın arasında. Ama hiç biri görmüyor onu. Bir an boğulacak gibi oluyor zavallı hayvan. Gelen geçen kafasına, kuyruğuna çarpıyor. Huzursuzlaşıyor Annem
- Hadi artık çıkalım
- Daha sarayı gezmedik ama. Ben üst katlara çıkmak, yan yana sıralanmış duran yedi
odanın kapısını açmak istiyorum. İçlerinde sırasıyla yavru bir zürafa, akli
melekelerini yitirmiş beyazlar içinde genç bir kadın, yaşlı bir faytoncu, annesini kaybetmiş küçük Nevin, dünyanın en yaşlı kavak ağacı, has bahçenin siyah lalesi ve en sonuncusunda Tekfur Sarayının görevlileri bekliyor, biliyorum. Israr edecek oluyorum
- Görevlilerin olmadığı yerde bizim işimiz yok diyor Annem. Gözbebeklerini
döndürebiliyor konuşurken. Bunu nasıl yapabiliyor? Anlamıyorum.
Sarayın üst katlarından yükselen büyüleyici bir ses bölüyor aramızdaki bu gerilimi. Sözü olmayan ama varoluşun tam kalbinden ya da kalbinin sağ tarafından gelen ince bir kadın sesi sarıyor dört bir yanımızı. Ziyaretçiler, beyaz yemenili yaşlı kadın ve biz duruyoruz. Orada öylece kalıyoruz. Benim için son huzurlu anın bu olduğunu ve görünmez, merhametli güçler tarafından bana bir hediye olarak sunulduğunu hissediyorum. Bu anın bana yetmesi gerek. Sanki yaptığım kötülüklerin farkına varınca bir daha bu saf noktaya geri dönemeyeceğim.
Dışarıda aydınlık, göz alıcı bir gün karşılıyor bizi. İnsanlar, araçlar hızla akıp gidiyor önümüzden, içimizden. Annem gitmeye davranıyor
- Uzun yıllardır hep senin gelmeni bekledim. Oysa o donuk, duygusuz bana karşı.
- Sen benimle gelemezsin.
- Neden ?
- Nedenini biliyorsun. Çoğunuz sabırsızsınız. İstekleriniz yerine gelmediği zaman hayat bitiyor sizin için. Bu sefer yakasına yapışıyorum.
- Anlatsana peki. Suçum ne ? Sabahtan beri serseri mayın gibi dolaşıyorum, dolaşıyoruz sokaklarda, sarayda....
- Eve git. Hızla giden bir trenin son ışığı gibi uzaklaşıyor benden. Sesi de öyle.
Yıllar önce televizyonda izlediğim alacakaranlık hikayeleri geliyor aklıma. Sıradan insanların başıma gelen olağanüstü, açıklanamaz olaylar... Ben de bir ürperti öyküsü kahramanı oldum galiba. Elveda sıradan insanlar!
Yukarı mahalleye, sokağıma doğru yürüyorum ağlayarak. Her gözyaşı damlasında içim boşalarak. Kilise çanlarının sesi yankılanıyor sokaklarda, evlerin içinde. Birkaç dakika sonra apartmanın önünde buluyorum kendimi. Büyük, demir kapı bir dokunuşumla ardına kadar açılıyor. İçimdeki son güçle ikinci kata giden merdivenleri çıkıyorum. Şimdi evimdeyim. Yatak odasından garip, daha önce duyumsamadığım bir koku geliyor. Odanın kapısına geldiğimde yatakta bir kan gölünün ortasında yatan genç bir kadın görüyorum. Yarı açılmış parmaklarının arasında bir bıçak var.Saçları yüzünü örtmüş. Tanıdık geliyor, bir o kadar da uzak... Dokunduğum anda ölüyorum. Gerçekten, korkarak ve sessizce ağlayarak....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder