16 Temmuz 2011 Cumartesi



TETRA
Çok uzaktayım. Denize yüz metre uzaklıkta iki katlı kagir bir ev var. Mevsim kış. Hava kuru ayaz... Sahildeki kurumuş, keçi boynuzu rengindeki yosunlar bir adam boyu olup sarmış evin her yanını. Üst katta yalnız başına oturan yaşlı bir kadın var ve durmadan denizle konuşuyor ağzında tükürük kalmayıncaya dek. Kimi zaman sesleniyor, kimi zaman küfür ediyor. Sonra deniz yükselmeye başlıyor. Belki yetmiş seksen metre oluyor boyu. Rengi koyu yeşil... Ve karadaki bütün evleri, yolları, her şeyi kaplıyor. Kadın artık suskun. Üst kattaki penceresinden sonsuz bir dinginlikle izliyor olup bitenleri. Birkaç saniye sonra dünyanın en büyük balinası ağır hareketlerle, kuyruğunu bir o yana bir bu yana sallayarak denizin içinden çıkıp geliverince bile şaşırmıyor. Balina kuyruğuyla evin alt katındaki pencerelere şöyle bir usulca ve insanca dokunuyor. Ben balinanın üzerinde, tam kafasının üzerindeyim ve sımsıkı tutunuyorum ona. Denizin en karanlık ve mavi bizi çağırmaya başlayınca bir şeyler söylüyorum. Kadın, balina ve ben kaybolup gidiyoruz derinliklerde.














Yağmur yağıyor ve kırlangıçlar S şeklinde uçuyor gökyüzünde. Cudi dağının tepesindeyim. Hiçbir şeyi kaybetmek istemiyorum diye bağırıyorum. Nedensiz.... Öylesine.... Sesim boşlukta yankılanıyor ve bana yabancılaşıyor. Kullandığım araba binanın dördüncü katına girdiği ve aniden her yeri su bastığı için arabada sıkışıp ölmüşüm. Sonra işte bu dağın tepesine koymuşlar beni. Bekliyorum. Kumral saçlarım sarıya, altımdaki kot pantolon çiçekli uzun bir eteğe dönüşmüş. Dağ, geniş orasından burasından dumanlar tüten bir ovaya bakıyor. Dumanların sıcak su kaynaklarına ait olduklarını düşünüyorum.. Uzakta bir köy var. Bir sürü çocuk toplanmış oynuyor, dans ediyor köy meydanında. Eşeğinin tepesinde yaşlı, sakallı bir adam çıkıyor bu topluluğun arasından ve ağır aksak dağa doğru gelmeye başlıyor. Tedirginlik hissediyorum ve kaçırıyorum bakışlarımı ondan . Gökyüzüne bakıp, bir kırlangıç olmayı diliyorum. Sonra havada, boşluğun içinden bir kapı açılıyor. Siyah beyaz eski İstanbul sokaklarından biri var kapının ardında. Yapraklar sokağın bir tarafından diğerine uçuşuyor. Yarı canlı yarı cansız bir resim bu. Elimi uzatıyorum. Kapı kapanıyor. En son bir serçe olarak gördüm kendimi. Şehrin üzerinde, televizyon istasyonlarının, okulların, gökdelenlerin, teleferiklerin üzerinde süzülüyor ve ‘My Way’i söylüyordum . Büyük Çekmece gölü çıktı karşıma bu kısa yolculuktan sonra. Geç kaldın diye seslendi bana göl. Hızla aşağı doğru uçarken Napoleon’u gördüm gölün kenarında. Piknik yapıyordu. Yapraklar uçuşuyordu üzerine doğru Yönümü değiştirip şapkasına kondum. Ne dağ ne göl ne de çocuklar yoktu artık.

TRİ
Kelebekleri düşünüyorum. Aşı boyalı bir köşkün merdivenlerinden kol kola aşağı iniyorlar. Bahçeye çıktıklarında ışık toplarına dönüşüyorlar hızla. Mavi renkli bir odada seni görüyorum sonra. “Sema üzerine şiirler yazıyorum ama kimse okumuyor” diyorsun iç sesinle. Koşarak deniz kenarına iskeleye doğru gidiyorum. Birazdan vapur gelecek ve ben evime gideceğim. Yol boyunca karşı karşıya sıralanmış sokak lambaları teker teker yanıyor ben koşarken. Florasan ışığı acıtıyor gözlerimi. Biri hep beni izliyor sanki. Yakalanmamalıyım. İskeleye vardığımda şehir hatları vapurunu yanaşmış buluyorum. İnsanlar yığınlar halinde biniyorlar vapura. Donup kalıyorum. Ne kadar istesemde kıpırdatamıyorum ayaklarımı.
Sesler ve görüntüler bulanıklaşıyor. Kuğu boyunlu, vahşi at hayaletleri sarıyor etrafımı. Birinin yelesine tutunsam gözlerim açılacak belki, kurtulacağım. Çocukken en çok istediğim bir midillimin olmasıydı. Yelesine tutunduğum anda dağları ardımda bırakacaktım. Hepsi geçti şimdi. Rüzgar ve bulutlar bambaşka şarkılar söylüyorlar.

12 Temmuz 2011 Salı


Yazın ortasında sıcak bir gün. Gittikçe alazlanan, tenimin, düşüncelerimin içine sızıp zihnimi bulandırmaya çalışan lodos. Bahçekapıda Borsa Lokantasındayız. Pertev Ol iki dirhem bir çekirdek karşımda oturuyor. İki hafta önceki huzursuz halinden eser yok. Sürekli anlatıyor. Piyano öğretmeni Matmazel Jan canlanıyor gözümde. Yalının önünden denize atlayan iki kardeş, sandaldan balık tutma maceraları… Ablası hiç evlenmemiş. “Bilerek, isteyerek tercih etti bunu. Talipleri oldu aslında.” Anne Baba birkaç yıl önce ardarda ölünce işin başına Pertev Ol geçiyor. “İhracattı değil mi?” Gülümsüyor. “Evet. O tür şeyler.” Mualla Abla haklı. Mavi renk gözleri, açık renk saçlarıyla gerçekten Gary Cooper’a benziyor. “Keşke onu sevebilsem” diyorum içimden. Sevgi uzak bir ülkedeki ulaşılmaz bir hayal olarak canlanıyor.