1 Eylül 2012 Cumartesi
TURUNCU
1 Haziran 2012 Cuma
SİYAH
Üç ile dört üzerini ört/
Beş altı kuşlar kanatlı/
Yedi ve sekiz sizi severiz/
14 Ocak 2012 Cumartesi
HATIRLA
“Nasıl? Rahat mısın Anne?”
“İyiyim tabii. Arkadaşlar var.”
Diğer banklarda oturanları izliyorum. Gazete okuyan, bastonuna dayanıp sessizliği dinleyen, hararetle kalu beladan kalma bir konuyu tartışan yaşlılar.
Ağzımda kekremsi bir tat. Bir haftadır doğru düzgün bir şey geçmedi boğazımdan. Mutfak, az sayıdaki renkli hatıraları çağrıştırıyor. İçeri giremiyorum.
Düşüncelerim cisimleşiyor. Gri, boşlukta sallanan bir kübe dönüşüyor iç sıkıntısı. Nedamet getiren bir suçlunun gözlerinde beliriyor pişmanlıklarım, kaçırdığım onca güzel an. Onu alıp buradan gitmek istiyorum. Fakat yapamam. Görünmez sicimlerle bağlı ayaklarım. Dünyalarımız o kadar ayrı ki.
Sadece kendi bildiği bir lisanla konuşuyor. Dünü unutuyor. Lakin otuz sene önce, bir sonbahar akşamı izlediği film aklında. Sözcükleri birbiri ardına lehimliyor, çocuksu bir heyecanla.
“ Açık hava sinemasındaydık. Küçük Sevgilim oynuyordu. Filiz Akın ve Cüneyt Arkın vardı. Sen pipetle gazozunu içiyordun. Gökyüzünde bir yıldız kaymıştı. Sonra film bitti. Sen tutturmuştun Cüneyt Arkınla evleneceğim diye.”
Son tespih tanesini de yerleştiriyor.
“ Renkli taşlar da alırım sana. Belki takı yaparsın.”
“ …”
Yeniden unutuyor. Bulutsu, hayal bir dünyada yaşayan onca insan... Gerçek, Kaf Dağının ardında ıssız bir köy, sadece yaşlıların topraklarında özgürce dolaşabildiği… Sonsuz bir kuyu bütün anıları, yaşanmışlıkları yutuyor, öğütüyor obur karanlığında. Sesler, yüzler kayboluyor, birbirine karışıyor içinde.
Demir, hantal bir kapı var dibinde. Ardında ışıklı, yeni bir ülke…
DÜŞGEZGİNİ
Deniz kıyısındayım. Evimden çok uzakta. Sahilde oturmuş, lacivert bir gecenin güzelliğinde suyu köpürterek ilerleyen bir katamaranı izliyorum. Bir kuzgun konuveriyor yanıma. Sonra bir tane, bir tane daha. Koca sahil kuzgunlarla doluyor. Hepsinin ağzında bir tutam kırkkilit otu. Kalbim daha da hızlı çarpıyor.
Gökyüzünde büyük, sarkaçlı bir saat var. Tik takları evrene, her yere yayılıyor sanki.
Ben ve çevremdeki bütün kuşlar, etrafımızdaki zakkum ağaçları ahenkle sallanıyoruz. Bir sağa bir sola. Bir sağa bir sola. Bir ses duyuyorum zihnimde.
- Vakit geldi. Aç gözlerini !
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Ökse otlarının sarıp sarmaladığı kocaman elma ağaçlarının arasından gidiyoruz. Orman üzerimize gelmeye başlıyor iyiden iyiye. Dallar gittikçe daha da hızlı akıp gidiyor yanı başımızdan...
“Korkmayın” diyor o dönüp bize bakarak. “Yanımda uğurum var. Bize bir şey olmaz.” Uğurum dediği kendi bile hatırlamadığı bir zamandan beri taktığı bir Medusa kolyesi. Saçındaki her yılanın apayrı, korkunç bir hikâye anlattığı ve baktığı kişileri taşa çeviren acımasız Medusa... Göğe bakıyoruz. Karanlığın ortasında beyaz bulutlar görüyoruz birbirine kuvvetle kenetlenen. Işıklar yanıp sönüyor tepemizde. Bacasından mavi bölük pörçük dumanların yükseldiği küçük evimizi hayal etmeye çalışıyorum. Vadinin tek gölüne bakan evimizi... Ne kadar da uzaktık diğer evlere, köyün bize hep yabancı insanlarına... Büyük bir bahçemiz vardı diğer çocukların hep kıskandığı. Çivit kokan bembeyaz çamaşırları dışarıya, sopaların arasına geçirdiği iplere asardı Annem.
“Dokunmayın” derdi sonra. “Poyraz birazdan gelir kurutur onları.” Ve rüzgâr karşı tepenin kısır köpekleri ulumaya başlayınca evin önünde bekleyen eski bir dost gibi kapımızı çalardı. Ahşap kulübemizin aralık tahtalarından başını sülün gibi geçirir, ocak ateşini söndürme numarası yapardı.
Şimdi neredeyim bilmiyorum. Bıkmadan, sıkılmadan takip ettiğimiz bu kadın kim?