1 Eylül 2012 Cumartesi

TURUNCU


Asırlardır süren uykusundan uyandı rehavetle. Bedenindeki sızıyı kalbinin tam orta yerinde hissetti. Öksürdü. Giderek büyüyüp evin rutubetli duvarlarını ve tüm semti kapladı sızı. Komodinin üzerindeki saatin yanıp sönen turuncu ışığına daldı gözleri. Turuncuyedituruncuyedi

Köyde çoktan kalkıp işe koyulmuştur kadınlar. Ama şehir farklı… Başkalarının evini temizlemek, ışıklı, dehlizli hayatlarını izlemek için YEDİ uygun bir saat. Ayağa kalktı. Pencereye yaklaştı. Buğulanmış cama dayadı burnunu. Kuş resmi çizdi uzun, ince parmaklarıyla. Güvercinler havalandı sokaktan. Ürperdi. Çiçekli, pazen pijamasını çıkarıp yün elbisesini giydi. Saçlarını tarayıp topladı. Serra Hanımın yeni yılda hediye ettiği kremi sürdü. Alnına, yanaklarına iyice yedirdi.

  “Nereden buluyorsun bu antikalıkları?” diye sormuştu kocası turuncu renkli kutuyu ilk gördüğünde.

“ Hayat Annen gibi kadınlardan ibaret değil” demişti içinden. Yüksek sesle dile getiremeyeceği bir fikirdi bu. Çabuk kızan bir adamdı Fırat. Şehirde dikiş tutturamamanın acısını en yakınından alan yenik bir adam…

Salonda yemek masasının üzerindeki kahvaltı tabağını görünce sinirlendi. Yarısı yenmiş peynir, birkaç zeytin ve sofradaki ekmek kırıntıları...

“ Hay ben senin… İnsan bir mutfağa bırakır şunları.” Tabakları sudan geçirdi. Mantosunu, çantasını alıp çıktı evden.

Çoğu sabah aynı manzara… Karşı dairenin önünde sırtını kapıya dayayıp somurtan o genç adam.

“ Bak ölümü gör bir daha yaparsam.” İçerden tık yok.

“ Aç kapıyı kız! Süheylaa! Hasta etme adamı.”  Bakışlarını kaçırıp merdivenleri indi. Büyük, demir kapıyı açtı oflayarak. Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı. Kaplan yılı bir ay önce başlamıştı. Mızmız, müşkülpesent oldu erkekler. Kadınlar her daim sabırlı… Kış olanca şiddeti ve hiddetiyle gelip çöreklenmişti şehrin üzerine. Buzdan saçaklar bir gecede arsızca sarktı saçaklardan. Su birikintileri dondu. Kar yarım metreyi buldu. Sonra eridi. Sonra yine yağdı. Bu kez suhuletle, zarif, ağır başlı bir kadın edasıyla gösterdi yüzünü.

Hediye tedirginlikle yürüyordu kaldırımdan.

“ Camları sildirmez herhalde bugün” diye düşündü. “ Yok canım. Aklı başında kadındır Serra Hanım.”

1 Haziran 2012 Cuma

SİYAH


     Bazen, gözlerimi kapattığımda hayatımı yeniden yaşıyorum. Kalabalık, uğultulu caddeden  geçiyorum tedirgin adımlarla. Mısır Apartmanının önünde durup yukarı bakıyorum. Uzayıp giden altı kat masaldaki beyaz saçlı deve benziyor. Büyük demir kapı açılıyor ardına dek. Girişteki kristal avize çekiyor dikkatimi. Gözlerim kamaşıyor. Sonra bir kapı daha ve ilkinden de gösterişli bir avize… Yerdeki karoları birer sırayla atlıyorum, dilimde köyde söylediğimiz bir tekerleme.
Bir iki dik kulaklı miki/
Üç ile dört üzerini ört/
Beş altı kuşlar kanatlı/
Yedi ve sekiz sizi severiz/
Geniş, kendinden destekli merdivenler, tırabzanın altındaki ferforje ve soluduğum hava ne kadar yabancı! İkinci kata çıktığımda taş plaktan Nişaburek makamında bir şarkı yükseliyor daireden. İftirakınla Efendim Bende Takat kalmadı. Kapıyı tıklatıyorum. Bayan Melek Kobra:
 “Geldim cancağızım” diye sesleniyor içeriden. Kapı açılıyor. Yaşını hiçbir zaman öğrenemediğim, amcamın “asırlık o asırlık” dediği kadın beliriyor karşımda. Yüzündeki derin kırışıklıklara inat kırmızı rujunu sürmüş; otrişini dolamış ince boynuna.
  “ Bugün hava nasıl?”. Dışarı hiç çıkmadığını, çıkamadığını biliyorum.
 “ İyi. Biraz bulutlu.” Sonra birden munis bakışları değişiyor. Huysuz, uyumsuz bir tavırla soruyor:
“ Solmaz… Söyle bakalım kimsin Sen?

14 Ocak 2012 Cumartesi

HATIRLA



Uzak kasabaların ıssızlığı var içimde. Huzur evinin bahçesindeyim. Sakinlerinin rahatı için en ince detayları düşünen, pahalı bir yer burası. Banklardan birinde oturuyor. Üzerinde şık döpiyesi, avucundaki tespih tanelerini diziyor. Yanına gidiyorum. Gözlerinin içi gülüyor beni görünce. Tanıdığını sanmıyorum.
“Nasıl? Rahat mısın Anne?”
“İyiyim tabii. Arkadaşlar var.”
Diğer banklarda oturanları izliyorum. Gazete okuyan, bastonuna dayanıp sessizliği dinleyen, hararetle kalu beladan kalma bir konuyu tartışan yaşlılar.
Ağzımda kekremsi bir tat. Bir haftadır doğru düzgün bir şey geçmedi boğazımdan. Mutfak, az sayıdaki renkli hatıraları çağrıştırıyor. İçeri giremiyorum.
Düşüncelerim cisimleşiyor. Gri, boşlukta sallanan bir kübe dönüşüyor iç sıkıntısı. Nedamet getiren bir suçlunun gözlerinde beliriyor pişmanlıklarım, kaçırdığım onca güzel an. Onu alıp buradan gitmek istiyorum. Fakat yapamam. Görünmez sicimlerle bağlı ayaklarım. Dünyalarımız o kadar ayrı ki.
Sadece kendi bildiği bir lisanla konuşuyor. Dünü unutuyor. Lakin otuz sene önce, bir sonbahar akşamı izlediği film aklında. Sözcükleri birbiri ardına lehimliyor, çocuksu bir heyecanla.
“ Açık hava sinemasındaydık. Küçük Sevgilim oynuyordu. Filiz Akın ve Cüneyt Arkın vardı. Sen pipetle gazozunu içiyordun. Gökyüzünde bir yıldız kaymıştı. Sonra film bitti. Sen tutturmuştun Cüneyt Arkınla evleneceğim diye.”
Son tespih tanesini de yerleştiriyor.
“ Renkli taşlar da alırım sana. Belki takı yaparsın.”
“ …”
Yeniden unutuyor. Bulutsu, hayal bir dünyada yaşayan onca insan... Gerçek, Kaf Dağının ardında ıssız bir köy, sadece yaşlıların topraklarında özgürce dolaşabildiği… Sonsuz bir kuyu bütün anıları, yaşanmışlıkları yutuyor, öğütüyor obur karanlığında. Sesler, yüzler kayboluyor, birbirine karışıyor içinde.
Demir, hantal bir kapı var dibinde. Ardında ışıklı, yeni bir ülke…


Yolda…
Sessiz ağaç hayaletleri karşılar beni
Saklı kalan, soylu kadın resimleri çizerim
Gerçek, hüzün tablolarına benzer
Kraliyet günlerini anlatır bazen
Yarım kalmış bir kırmızının hikayelerini de
Onlara, herkese, herşeye
Hayal olur
Hayal durur…

DÜŞGEZGİNİ



Deniz kıyısındayım. Evimden çok uzakta. Sahilde oturmuş, lacivert bir gecenin güzelliğinde suyu köpürterek ilerleyen bir katamaranı izliyorum. Bir kuzgun konuveriyor yanıma. Sonra bir tane, bir tane daha. Koca sahil kuzgunlarla doluyor. Hepsinin ağzında bir tutam kırkkilit otu. Kalbim daha da hızlı çarpıyor.
Gökyüzünde büyük, sarkaçlı bir saat var. Tik takları evrene, her yere yayılıyor sanki.
Ben ve çevremdeki bütün kuşlar, etrafımızdaki zakkum ağaçları ahenkle sallanıyoruz. Bir sağa bir sola. Bir sağa bir sola. Bir ses duyuyorum zihnimde.
- Vakit geldi. Aç gözlerini
!





&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&





Ökse otlarının sarıp sarmaladığı kocaman elma ağaçlarının arasından gidiyoruz. Orman üzerimize gelmeye başlıyor iyiden iyiye. Dallar gittikçe daha da hızlı akıp gidiyor yanı başımızdan...
“Korkmayın” diyor o dönüp bize bakarak. “Yanımda uğurum var. Bize bir şey olmaz.” Uğurum dediği kendi bile hatırlamadığı bir zamandan beri taktığı bir Medusa kolyesi. Saçındaki her yılanın apayrı, korkunç bir hikâye anlattığı ve baktığı kişileri taşa çeviren acımasız Medusa... Göğe bakıyoruz. Karanlığın ortasında beyaz bulutlar görüyoruz birbirine kuvvetle kenetlenen. Işıklar yanıp sönüyor tepemizde. Bacasından mavi bölük pörçük dumanların yükseldiği küçük evimizi hayal etmeye çalışıyorum. Vadinin tek gölüne bakan evimizi... Ne kadar da uzaktık diğer evlere, köyün bize hep yabancı insanlarına... Büyük bir bahçemiz vardı diğer çocukların hep kıskandığı. Çivit kokan bembeyaz çamaşırları dışarıya, sopaların arasına geçirdiği iplere asardı Annem.
“Dokunmayın” derdi sonra. “Poyraz birazdan gelir kurutur onları.” Ve rüzgâr karşı tepenin kısır köpekleri ulumaya başlayınca evin önünde bekleyen eski bir dost gibi kapımızı çalardı. Ahşap kulübemizin aralık tahtalarından başını sülün gibi geçirir, ocak ateşini söndürme numarası yapardı.
Şimdi neredeyim bilmiyorum. Bıkmadan, sıkılmadan takip ettiğimiz bu kadın kim
?