5 Şubat 2010 Cuma

BOŞLUK


Sınırdayım... Kasabanın değişik mahallerindeki köpeklerin her akşam birbirleri ile yaptıkları kimi zaman öfkeli, kimi zaman aşk dolu konuşmalar ya da uzaktan anayoldan geçen kamyonların, otobüslerin motor gürültüleri de uyumama yardımcı olmuyor artık. Eskiden, şehirde, deniz kıyısındaki o evde yaşarken de son vapurun göğü delen buğulu sesini duymadan huzur bulmazdım. Köklerimi ele geçirmeye çabalayan, içimden ayıklayıp atmak istediğim yabani otlardan bir anlığına kurtulup, uykunun güvenli boşluğına doğru savrulurdum kuş misali...
Sınırdayım... Gün içinde bazen kapı çalıyor. Göz deliğinden dışarı baktığımda mor renkli başaklardan başka bir şey görmüyorum. Bir iki kez dayanamayıp kapıyı açtığımda sadece ılık haziran rüzgarı girdi içeriye. Ilık haziranın kapılanacak yer arayan, kimsesiz, yaramaz bir çocuk olduğuna hükmettim.
Çoğu zaman ikiyüz elli yaşında bir tarih öncesi insanı gibi hissediyorum kendimi. Serçeler çatının arasına yuva yaptı. Geçen gün yavru bir serçe leşi buldum bahçede. Ölmeden hemen önce inanılmaz bir sahneye tanık olmuşçasına gözleri yuvalarından fırlamış, boşluğa takılı kalmıştı. Kuşlar berzahına giden bu küçük için üzülecektim ki bir saniyeliğine gözlerini kırpıştırdı ve o komik sesiyle üç kere bağırdı: “Aganta Samarof” Aganta Samarof neydi? Uzun saçlı bir düş kadını mı yoksa benim Latince adım mı? Bilemedim. Ama bu yaşadıklarım hiç şaşırtmadı beni.
Yarım kalmış işlerimi bitirmem lazım; üzerimde fırlatıp atamadığım bir ağırlık var. Uykusuzluk sorunumu çözebilecek biriyle tanışmam, saçlarımın neden yarısının beyaz yarısının siyah olduğunu öğrenmem ve çatıyı tamir ettirmem lazım. Fakat yapamayacağım galiba. Hem ikiyüz elli yaşında biri için zor işler bunlar.
Burada hiç çocuk yok. Ne zaman doğduğunu unutmuş bir avuç çok yaşlı, benim gibi hayattan erken emekli olmuş, bundan sonra neye dönüşüp, nasıl yaşayacağını düşünme yorgunu bir kaç orta yaşlı ve komşunun çocukken havale geçirmiş zavallı torunu. Evlerinin önünden her geçişimde penceredn başını uzatıp rengi solmuş, büyük, kırmızı çantasını gösteriyor bana. Eski, unutulmuş bir dilde konuşuyor sanırım. Ne dediğini anlamıyorum.
Bir de kasabayı çevreleyen yüksek tepelerin orada yaşayan beyaz saçlı, kör bir kadın var. Onu zikretmeyi unutamam. Belki onun yüzünde hala ölmüyoruz. Bu dünyada ısrarla bir yer işgal etmemiz kendisinin dirençli ve sarsılmaz iradesine bağlı. Boşlukta sahici bir yer kapladığımıza inanıyoruz onun yarattığı korkutucu, garip ve ilginç hikayeye sarılarak. Kadının ölülerle konuşabildiğini söylüyorlar. Biz henüz tanışmadık onunla. Görenler küçük evinin pencerelerinin güneşin ilk ışıklarıyla inanılmaz bir parlaklığa kavuştuğunu ve bacasından onlarca yeşil ışık topunun büyük bir hızla yukarı çıktığını söylüyorlar. Uzaktan gizlice onu izleyenler, evinin önünde içinde kocaman, dallarını dört bir yana uzatmış bir kavak ağacı buluna bir göl olduğunu da söylediler. Heyecanlandık.
Biz böyle uyur gibi, hayal gibi bir evrende yarı bulanık bir zihinle yaşarken, kasabanın son gelen sakini arada kendini gösteren bu olumlu ruh halini de yok etti.
Uzun, kızıl saçlarını eflatun bir eşarpla bağlayan ve adının Aganta Samarof olduğundan şüphelendiğim, çok güzel bir kadındı bu. Geldiği haziran gününden beri uzun yürüyüşler yapıyordu. Bu sırada evleri ve insanları dikkatle incelerken benim yüzüme dahi bakmıyordu. Öteden beri farkedilmek isterim. Bu yüzden kadının bu kayıtsız tavrı daha da sinirlendirdi beni. Geçen gece kan ter içinde uyandığımda pencerenin hemen önünde gördüm onu; ya da bana öyle geldi. İfadesiz gözlerle bakıyordu bana. Korktum. Korkuyla beğeni birlikte yaşayabiliyor insan zihninde. Ne garip!
Geçmişteki yaşantımı hatırlamaya çalışıyorum bazen. Herşey bir sis perdesinin ardında. Sesler, yüzler ve görüntüler akıp gidiyor önümden ama anlamlandıramıyorum. Buradaki zamanımın da sonuna geldiğimi fısıldıyor iç sesim.
İnsan zihnini nelere kadir olduğunu biliyorum. Gözlerini kapamak ve olmak istediğin yeri düşlemek yapılması gereken tek şey. Olup bitenlere eşlik edecek bir müzik parçası bile duyabiliyor insan. Mavi bir takım elbiseyle dağın tepesinde bağdaş kurup otururken yan flüt sesi gelebilir kulaklarına. Ve uçup gitmek daha güvenli gelir.
Sabaha doğru gözlerimi açtığımda orada oluyorum iyi insanlar. Gölü, kavak ağacını ve evi görüyorum. Bu resme iyice yaklaştığımda gölün yüzeyinde binlerce parıltı beliriyor. Elimi uzatıp birini yakalamaya uğraşırken suya yansıyan bir görüntü şaşırtıyor beni. Kızıl saçları rüzgarla uçuşuyor. Teni bembeyaz. Önce eline dokunuyorum. Bana gülümsüyor. Gözlerine baktığımda, kendimle hesaplaştığım bunca zamandır aslında Aganta’nın görmediği; gözlerinin mavi beyaz perdeler ardına saplandığı bir bıçak gibi saplanıyor kalbime. Bıçak olduğu yerde dönüyor, dönüyor ama öldürmüyor beni. O gülümsemeye devam ederken ve elimi hiç bırakmamacasına sıkıca tutarken evden içeri giriyoruz. Etrafıma bakmaya fırsatım olmuyor. Güneş doğmaya başladığında boşluğun aslında ne kadar sonsuz, yeşil ve sarsıcı olduğunu anlıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder