7 Şubat 2010 Pazar




Dirilişimde yalnızdım
Soru işaretleriydi kehribar rengi gözlerini anlatıp duran
Ben... Hiçbir renktim
Saydam ve gerçek bir hikaye gibi
Ayın sonbaharda kaybolmasını bekledim.

TEKFUR SARAYI


Neredeyse dört yıl olmuştu Annemi görmeyeli. Sonra ansızın şehrin yarı karanlık, unutulmuş sokaklarından birinde çıktı karşıma. O sabah bütün gün yataktan çıkmamak ve bir gün önce işlediğim büyük günahın muhasebesini yapmak niyetindeydim oysa. Ama yine de elvermedi içim. Kalktım. Mevsimlik emprime elbisemi giyip dışarı çıktım. Kapıyı usulca kapattım. Saat altıydı çünkü. Apartmandaki yaşlı kimseler ya uyuyor ya da ölüyorlardı.
Serin ama davetkâr bir koku vardı havada. Dışarı adımımı atar atmaz görebildiğim tüm eski binaların gözlerinin aynı anda bana çevrildiğini hissettim. Onlar biliyorlardı.... Evlerin olan biten her şeyi, duyduğunu bütün sesleri kaydedebildiğini daha çok küçük yaşlarda öğrendim ben. Tanık oldukları irili ufaklı bütün olayları tuğlalarına, tahtalarına, kireçten renkli duvarlarına alıp, orada hapsediyorlardı. Er geç yıkılıp gitmelerinin nedeni de buydu aslında. Yorgunluk...
Evler üçe ayrılmıştı benim için eskiden beri. Önünde sürekli görünmez bir papatya fırtınası esen çocuksu evler, heyecan ve korkudan mütemadiyen kalbi hızla çarpan korkak evler ve tekdüze bir romanın sararmış sayfaları arasında gidip gelen sıkıcı evler. Şimdi ise garip bir biçimde maviye dönüşmüştü tüm yapılar. Değişik tonlarda ve değişik hikâyelerde...
Sahile inen yolda hızlı yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Mahallenin belki de şehrin en eski fırını açık. Şu köşede evsizin biri uzanmış kaldırıma. Üzerinde kartondan bir battaniye...
- Nasıl bu hale düşüyorlar diye sormuştu bir arkadaşım. Akşam tiyatro çıkışı, karşı dükkânın önündeki perişan durum rahatsız etmişti yanımdakini belli ki
- Çok basit. Kaybolmak istiyorlar demiştim. Şaşkın bir halde yüzüme bakakalmıştı.
- Ne garipsin!
Gariptim değil mi ben? Tam olarak ne zaman başladığını bilmemekle beraber orta şiddetli bir kum çölü fırtınası yavaş yavaş yanlarımı, başımı, dibimi ve şimdi de ortamı alıp ufalıyordu. Gerçekten zordu iki kişilikle yaşamak. Belki de üç, dört.... Biri öğle vakti uyurken, diğeri yüzmeye gidiyor, bu sırada en uslu olanı da- ki adı Nevindi- halk kütüphanesinde Oblomov’un yüz ellinci sayfasının ikinci paragrafını okuyordu.
Karşıdan gülümseyerek gelen iki rahibe böldü bu düşünce akışını. Çok güzel kadınlardı bunlar ve uçar gibi yürüyorlardı. Yanlarına koşup yakalarına yapışmak geldi içimden.
- Büyük bir günah işledim ben. Ama şimdi hatırlayamıyorum. Sizin dininiz ne diyor? Ne oluyor? Gülümsemeye devam ederek geçip gittiler yanımdan. Bir nehir aksaydı ya yolun ortasından. Emprime elbisemi çıkarıp içinde yıkanırdım. Evsizin biri de gelirdi yanıma. Tabii muhtemelen rahibeler ellerini birleştirip dua ederlerdi bizim için. Kazaya uğramış ruhlarımız için...
Bu sırada hala kapalı olan iki çamaşırhane, bir kitapevi ve ayakkabı tamircisini geçtim hızlı adımlarla. Renkler artık eski hallerine kavuşmuşlardı. Bu kez de biraz donuk ve yıpranmış geldiler bana. Kendi kazaya uğramış ruhum gibi...
İşte tam o anda rastladım Anneme. Tam denize bakan o dar sokağa gelmişken, kurtulacakken ve ana yola elli adım kala... Onu böyle birden karşımda görünce ilk tepkim şaşırmak oldu. Sonra içimden taşan, beni aşan bir sevinç. Üzerinde onu en son gördüğüm zaman giydiği pembe çiçekli pijama üstü ve gri eşofmanı yoktu. Onun yerine hiç tarzı olmayan siyah deri bir mont, pantolon ve koyu renk bir body giymiş. Kısa, kıvırcık saçları yine aynı sadelikte, kendi gibi... Sarılmak istedim. Kibarca beni itti.
- Hadi gidiyoruz.
- Nereye?
- Gidince görürsün. Bir müze ziyareti yapmamız lazım. Aslında ben müzeye falan gitmemek, siyah deri montunun yakasına asılıp
- Ben ne yaptım biliyor musun? Biliyor musun ha ? diye bağırmak istiyordum Ama yapamadım. Anneye bağırmanın cehennemde yanmak olduğunu daha çok küçük yaşlarda öğrendim ben. Beni peşine takıp hızlı adımlarla biraz uzakta, tepelik bir yere götürdü. Benden bunca yaş büyük bir kadının böyle genç, diri adımlarla yürümesine şaşırdım. Nefesimi sayamaz oldum . Dursan ya ! Sana biraz sarılsam ya!
Geldiğimiz yer demir parmaklıklar ardında yükselen görkemli, cami, müze ve ev karışımı bir yapıydı ve kapının hemen üzerindeki bir levhada büyük sarı harflerle TEKFUR SARAYI yazıyordu. En son okul hayatımın ilk günü sınıfın kapısından içeri girerken böyle olmuştum. Görünmez insanlar çimdirip durmuştu oramı buramı. Tenim bütün gün yanıp, acımıştı. Öğretmene söyleyememiştim.
İçeri girdiğimizde dikkatimi ilk çeken şey duvarlarda eski zamanın saray insanlarına ait olduğu anlaşılan siyah beyaz fotoğraflar oldu. Deniz kenarında kol kola yürüyen güleç bir kadın ve bir adam, ağaçlıklı bir yolda bisiklete binen kasketli,yelekli güler yüzlü bir genç, gösterişli bir salonda aynı anda kadeh kaldıran davetliler, dadısının kucağında poz veren küçük kız.... Hepsi, herkes gülümsüyor fotoğraflarda. Şimdi biz bu insanların yaşadığı sarayda mıyız? Neredeyiz biz? Görevliler nerede? Uzun, dar koridor geniş bir odaya açılıyor ve odanın bir köşesinde uzun, kocaman beyaz bir soba var. Camın hemen önünde bir oturma takımı. Koltuklardan birinin üzerinde irili ufaklı onlarca gülen porselen bebek aynı anda alaycı simalarını bizden tarafa çeviriyor sanki. Odanın diğer köşesindeki sallanan iskemlede oturan beyaz yemenili yaşlı kadın da tam o an fark ediyoruz. Annem hemen yanına gidip, nedense sinirli bir sesle soruyor:
- Teyze, görevliler yok mu? Yani müzeyi gezdirmek için.
Bense kadının gözlerindeki karanlık, uçurumsu boşluğa bakıyorum. Duyguları bana geçiyor. Fısıltıyla çıkıyor sesi.
- Gittiler. Onlar gideli çok oldu.
Kalabalık bir ziyaretçi grubu beliriyor koridorların birinde. Bizans’ın ya da Osmanlının bir şeylerinden bahsediyorlar hararetle. Bu sırada biz küçük donup kalmışız Annemle. Çünkü gösterişli tüyleriyle bir tavus kuşu dolaşıyor bu kalabalığın arasında. Ama hiç biri görmüyor onu. Bir an boğulacak gibi oluyor zavallı hayvan. Gelen geçen kafasına, kuyruğuna çarpıyor. Huzursuzlaşıyor Annem
- Hadi artık çıkalım
- Daha sarayı gezmedik ama. Ben üst katlara çıkmak, yan yana sıralanmış duran yedi
odanın kapısını açmak istiyorum. İçlerinde sırasıyla yavru bir zürafa, akli
melekelerini yitirmiş beyazlar içinde genç bir kadın, yaşlı bir faytoncu, annesini kaybetmiş küçük Nevin, dünyanın en yaşlı kavak ağacı, has bahçenin siyah lalesi ve en sonuncusunda Tekfur Sarayının görevlileri bekliyor, biliyorum. Israr edecek oluyorum
- Görevlilerin olmadığı yerde bizim işimiz yok diyor Annem. Gözbebeklerini
döndürebiliyor konuşurken. Bunu nasıl yapabiliyor? Anlamıyorum.
Sarayın üst katlarından yükselen büyüleyici bir ses bölüyor aramızdaki bu gerilimi. Sözü olmayan ama varoluşun tam kalbinden ya da kalbinin sağ tarafından gelen ince bir kadın sesi sarıyor dört bir yanımızı. Ziyaretçiler, beyaz yemenili yaşlı kadın ve biz duruyoruz. Orada öylece kalıyoruz. Benim için son huzurlu anın bu olduğunu ve görünmez, merhametli güçler tarafından bana bir hediye olarak sunulduğunu hissediyorum. Bu anın bana yetmesi gerek. Sanki yaptığım kötülüklerin farkına varınca bir daha bu saf noktaya geri dönemeyeceğim.
Dışarıda aydınlık, göz alıcı bir gün karşılıyor bizi. İnsanlar, araçlar hızla akıp gidiyor önümüzden, içimizden. Annem gitmeye davranıyor
- Uzun yıllardır hep senin gelmeni bekledim. Oysa o donuk, duygusuz bana karşı.
- Sen benimle gelemezsin.
- Neden ?
- Nedenini biliyorsun. Çoğunuz sabırsızsınız. İstekleriniz yerine gelmediği zaman hayat bitiyor sizin için. Bu sefer yakasına yapışıyorum.
- Anlatsana peki. Suçum ne ? Sabahtan beri serseri mayın gibi dolaşıyorum, dolaşıyoruz sokaklarda, sarayda....
- Eve git. Hızla giden bir trenin son ışığı gibi uzaklaşıyor benden. Sesi de öyle.
Yıllar önce televizyonda izlediğim alacakaranlık hikayeleri geliyor aklıma. Sıradan insanların başıma gelen olağanüstü, açıklanamaz olaylar... Ben de bir ürperti öyküsü kahramanı oldum galiba. Elveda sıradan insanlar!
Yukarı mahalleye, sokağıma doğru yürüyorum ağlayarak. Her gözyaşı damlasında içim boşalarak. Kilise çanlarının sesi yankılanıyor sokaklarda, evlerin içinde. Birkaç dakika sonra apartmanın önünde buluyorum kendimi. Büyük, demir kapı bir dokunuşumla ardına kadar açılıyor. İçimdeki son güçle ikinci kata giden merdivenleri çıkıyorum. Şimdi evimdeyim. Yatak odasından garip, daha önce duyumsamadığım bir koku geliyor. Odanın kapısına geldiğimde yatakta bir kan gölünün ortasında yatan genç bir kadın görüyorum. Yarı açılmış parmaklarının arasında bir bıçak var.Saçları yüzünü örtmüş. Tanıdık geliyor, bir o kadar da uzak... Dokunduğum anda ölüyorum. Gerçekten, korkarak ve sessizce ağlayarak....

5 Şubat 2010 Cuma

MERAKLI

Sorularım var Maestro
Zincirler ve yüzler mi etrafı mı saran?
Kitabeler sonsuzluğu anlatabilir mi şiirsel duyarlılıklarıyla ?
Siz, neredesiniz ?
Mavi bir gül bahçesinde mi gizlisiniz ?

BOŞLUK


Sınırdayım... Kasabanın değişik mahallerindeki köpeklerin her akşam birbirleri ile yaptıkları kimi zaman öfkeli, kimi zaman aşk dolu konuşmalar ya da uzaktan anayoldan geçen kamyonların, otobüslerin motor gürültüleri de uyumama yardımcı olmuyor artık. Eskiden, şehirde, deniz kıyısındaki o evde yaşarken de son vapurun göğü delen buğulu sesini duymadan huzur bulmazdım. Köklerimi ele geçirmeye çabalayan, içimden ayıklayıp atmak istediğim yabani otlardan bir anlığına kurtulup, uykunun güvenli boşluğına doğru savrulurdum kuş misali...
Sınırdayım... Gün içinde bazen kapı çalıyor. Göz deliğinden dışarı baktığımda mor renkli başaklardan başka bir şey görmüyorum. Bir iki kez dayanamayıp kapıyı açtığımda sadece ılık haziran rüzgarı girdi içeriye. Ilık haziranın kapılanacak yer arayan, kimsesiz, yaramaz bir çocuk olduğuna hükmettim.
Çoğu zaman ikiyüz elli yaşında bir tarih öncesi insanı gibi hissediyorum kendimi. Serçeler çatının arasına yuva yaptı. Geçen gün yavru bir serçe leşi buldum bahçede. Ölmeden hemen önce inanılmaz bir sahneye tanık olmuşçasına gözleri yuvalarından fırlamış, boşluğa takılı kalmıştı. Kuşlar berzahına giden bu küçük için üzülecektim ki bir saniyeliğine gözlerini kırpıştırdı ve o komik sesiyle üç kere bağırdı: “Aganta Samarof” Aganta Samarof neydi? Uzun saçlı bir düş kadını mı yoksa benim Latince adım mı? Bilemedim. Ama bu yaşadıklarım hiç şaşırtmadı beni.
Yarım kalmış işlerimi bitirmem lazım; üzerimde fırlatıp atamadığım bir ağırlık var. Uykusuzluk sorunumu çözebilecek biriyle tanışmam, saçlarımın neden yarısının beyaz yarısının siyah olduğunu öğrenmem ve çatıyı tamir ettirmem lazım. Fakat yapamayacağım galiba. Hem ikiyüz elli yaşında biri için zor işler bunlar.
Burada hiç çocuk yok. Ne zaman doğduğunu unutmuş bir avuç çok yaşlı, benim gibi hayattan erken emekli olmuş, bundan sonra neye dönüşüp, nasıl yaşayacağını düşünme yorgunu bir kaç orta yaşlı ve komşunun çocukken havale geçirmiş zavallı torunu. Evlerinin önünden her geçişimde penceredn başını uzatıp rengi solmuş, büyük, kırmızı çantasını gösteriyor bana. Eski, unutulmuş bir dilde konuşuyor sanırım. Ne dediğini anlamıyorum.
Bir de kasabayı çevreleyen yüksek tepelerin orada yaşayan beyaz saçlı, kör bir kadın var. Onu zikretmeyi unutamam. Belki onun yüzünde hala ölmüyoruz. Bu dünyada ısrarla bir yer işgal etmemiz kendisinin dirençli ve sarsılmaz iradesine bağlı. Boşlukta sahici bir yer kapladığımıza inanıyoruz onun yarattığı korkutucu, garip ve ilginç hikayeye sarılarak. Kadının ölülerle konuşabildiğini söylüyorlar. Biz henüz tanışmadık onunla. Görenler küçük evinin pencerelerinin güneşin ilk ışıklarıyla inanılmaz bir parlaklığa kavuştuğunu ve bacasından onlarca yeşil ışık topunun büyük bir hızla yukarı çıktığını söylüyorlar. Uzaktan gizlice onu izleyenler, evinin önünde içinde kocaman, dallarını dört bir yana uzatmış bir kavak ağacı buluna bir göl olduğunu da söylediler. Heyecanlandık.
Biz böyle uyur gibi, hayal gibi bir evrende yarı bulanık bir zihinle yaşarken, kasabanın son gelen sakini arada kendini gösteren bu olumlu ruh halini de yok etti.
Uzun, kızıl saçlarını eflatun bir eşarpla bağlayan ve adının Aganta Samarof olduğundan şüphelendiğim, çok güzel bir kadındı bu. Geldiği haziran gününden beri uzun yürüyüşler yapıyordu. Bu sırada evleri ve insanları dikkatle incelerken benim yüzüme dahi bakmıyordu. Öteden beri farkedilmek isterim. Bu yüzden kadının bu kayıtsız tavrı daha da sinirlendirdi beni. Geçen gece kan ter içinde uyandığımda pencerenin hemen önünde gördüm onu; ya da bana öyle geldi. İfadesiz gözlerle bakıyordu bana. Korktum. Korkuyla beğeni birlikte yaşayabiliyor insan zihninde. Ne garip!
Geçmişteki yaşantımı hatırlamaya çalışıyorum bazen. Herşey bir sis perdesinin ardında. Sesler, yüzler ve görüntüler akıp gidiyor önümden ama anlamlandıramıyorum. Buradaki zamanımın da sonuna geldiğimi fısıldıyor iç sesim.
İnsan zihnini nelere kadir olduğunu biliyorum. Gözlerini kapamak ve olmak istediğin yeri düşlemek yapılması gereken tek şey. Olup bitenlere eşlik edecek bir müzik parçası bile duyabiliyor insan. Mavi bir takım elbiseyle dağın tepesinde bağdaş kurup otururken yan flüt sesi gelebilir kulaklarına. Ve uçup gitmek daha güvenli gelir.
Sabaha doğru gözlerimi açtığımda orada oluyorum iyi insanlar. Gölü, kavak ağacını ve evi görüyorum. Bu resme iyice yaklaştığımda gölün yüzeyinde binlerce parıltı beliriyor. Elimi uzatıp birini yakalamaya uğraşırken suya yansıyan bir görüntü şaşırtıyor beni. Kızıl saçları rüzgarla uçuşuyor. Teni bembeyaz. Önce eline dokunuyorum. Bana gülümsüyor. Gözlerine baktığımda, kendimle hesaplaştığım bunca zamandır aslında Aganta’nın görmediği; gözlerinin mavi beyaz perdeler ardına saplandığı bir bıçak gibi saplanıyor kalbime. Bıçak olduğu yerde dönüyor, dönüyor ama öldürmüyor beni. O gülümsemeye devam ederken ve elimi hiç bırakmamacasına sıkıca tutarken evden içeri giriyoruz. Etrafıma bakmaya fırsatım olmuyor. Güneş doğmaya başladığında boşluğun aslında ne kadar sonsuz, yeşil ve sarsıcı olduğunu anlıyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba


Kahve / Bulutlar kararıyor/ Burun ve koku... Beş dakikalık Buğuseptil seansından sonra şimdi bütün rahiyasıyla yudumladığım türk kahvesi eşliğinde yazıyorum. CD çalardan Swingle Singers’ın Bach (http://www.dailymotion.com/video/x3zb1v_christiane-legrand-chante-bach-avec_music) yorumu yükseliyor. Sen, yanıbaşımda koltuğa uzanmış Kırlangıçsız Geçti Yaz’ı okuyorsun. Bir yandan da tenimdeki lavanta kokusunu duyumsuyor, gülümsüyorsun bana. Odadaki duvarlar bomboş. Hayalimizdeki resimleri çiziyoruz oraya.
Herşey kendi ahenginde akıp gidiyor. Yakın mahalledeki bir okuldan gelen İstiklal Marşı sesi yankılanıyor odanın içinde. Müdür Bey, ciddiyetinden şüphe ettiği bir kaç öğrenciyi mikrofondan uyarıyor. Çocukluğumu hatırlıyorum. Sabah bahçede sıra olurken elim, kolum rahat durmazdı. Ayşe’nin uzun, sarı, örgülü saçlarıyla oynar, içimden şarkılar söylerdim. Şeker Portakalındaki Zeze gibi bana evde, sokaklarda şarkılar söyleten bir neden olduğuna inanırdım. Esas mesele okulu sevmememdi galiba. Tenefüslerin düşsel oyunlarla dolu kısa zamanı kaçışlarımdı.
Kahve.. Her içişimde farklı anları, anıları düşündürüyor bana. Elimde kalem ve yazı defterim; kucağımda Hayat Mecmuasının çeşitli sayıları... Dedem zamanında bir araya getirip cilt yaptırmış. Açık mavi cilt üzerine altın rengi harflerle M. Çelenk yazıyor. Bana marşlar öğreten, okul yıllığımdan rastgele resimler seçip onlara takma isimler ve hikayeler atfeden ve beni güldüren Münir Dede. Şimdi onun cilt yaptırdığı onlarca kitaptan biri var elimde. Kahvem bitti. Şimdilik, anlatacaklarım da...

Suyun üzerinde
Eflatun rengi elbisemle geldim sana
Perdelere sarındı bedenimiz
Tepenin ardında
Zaman, sahibine kavuştu
Zihnimin gökyüzünde dolaşan bütün gemiler kaybettiler silüetlerini
Duru bir eylül akşamında
Işık oldu düşüncelerim
Ve hayal evindeki camdan gözler
Teker teker kayboldular aynanın içinde

CADI


Günlerden bir gün, bin yüz otuz iki numaralı siyah at gökyüzünde koşmaya başladığı zaman aniden havanın kararacağını ve doğduğum evi özlemeye başlayacağımı biliyorum... Nasıl uzun ince bir yolda giderken geriye dönüp baktığımda bütün beyaz evleri sular altında sarmaşıklarla çevrilmiş olarak göreceğimden eminsem, bundan da o kadar eminim. Karşı bahçenin dikenli tellerle çevrili ıssız toprağına sarı hırkalı, tanımadığım bir sürü insan dolacak. Eski bir zamanda kaybolmuş maymunlarının ve köpeklerinin ruhlarını aramaya başlayacaklar. Fırtına kopacak. Yağmurun deli deli bağıran sesi yankılanacak boşlukta. Ve hırkaları kurşuni bir akşam rengini alacak... Ama ben, son işareti bekleyeceğim kalkıp gitmek için. Camın kenarında duran beyaz örtülü sedirin üzerine yatacağım elimi başımın altına koyup gökyüzüne bakacağım onun en uzaktaki diyarlarını görürmüşçesine...
Gözleri vücudundaki irili ufaklı bütün hücrelerle birlikte gece mavisi semaya kilitlendiğinde büyük, çok büyük bir gezegen gördü. Yeryüzünün her renginin rastgele bir yuvarlağa fırlatıldığını hayal et. İşte böylesine bir renk alemi içinde dönüyordu gezegen.
- Vakit geldi diye düşündü. Gün doğmadan, goncalar güle dönüşmeden, mezarlıktaki sardunyalar açmadan gitmeli. Pencereyi açtı. Kayalıklarda, yumurtalarının üzerinde uyuyan deniz kuşlarını en derin rüyalarına götüren yumuşak ve tatlı bir meltem esti yüzüne doğru. Yüz yıl önce ağaçların en uzun geceyi yaşadığı, denizlerin artık meçhul bir geleceğe doğru akmaktan vazgeçtiği, alabalıkların yeryüzüne çıkıp doğacak bir hilkat garibesini beklediği gün gözlerini açtığı o hayal evini düşündü şiddetli bir istekle. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Elleriyle göğsünün ortasından ileriye doğru bir kavis çizdi. Binlerce parıltı yağdı üzerine yağmur misali. Ve işte oradaydı....
İki katlı, terkedilmiş, yalnız bir evin üst katındaki yatak odasında kırık bir iskemlenin üzerinde oturuyordu. Çocukken dünyanın dört bir tarafından topladığı yaprakları, yarasaları, bebek bulutları aradı gözleri. Hiçbirini bulamadı. Bahar kokulu bir öğle üzeri, tavanı camla kaplı yeşil odası dipsiz bir kuyunun en sonundaydı artık. Baktığında kızıl saçlı ve mavi gözlü o güzel kadını göreceğini bilse on binlerce ayna toplardı başına. Ama hatırlayamadığı bir zamandan beri bakmıyordu kırık bir cam parçasına bile. Ayağa kalktı. Geri geri kapıya doğru yürüdü. Vakit geldi dedi tekrar. Yarı açık olan pencereye doğru ilerledi içinde bu küf kokan, virane evi bırakmanın acısıyla ve kendini boşluğa bıraktı. Bir an bocaladı. Sonra bir zamanlar
Babaannesinin söylediği bir söz geldi aklına.
- Cadılar sadece ölürken uçabilirler. Haykırmak istedi bunu tüm insanlara. Yapmadı. İki ayaklı kötüleri sakat kurbağalara çevirecek kadar bile güç yoktu içinde. Bitmişti. Korkmamalıyım dedi kendi kendine. İstesem de düşemem. Gök kubbenin en tepesinde duran serçenin tüyü aşağı doğru süzülerek inerken nasıl arada sırada rüzgarın etkisiyle yükselirse o da öyle uçmaya başladı göğe doğru.... Ve o derin karanlıkların ortasında yılan şeklinde bir ışık denizi gördü. Bizim cennetimizde orası herhalde diye düşündü. Gittikçe yaklaştığı bu parıltı ona bir şiiri hatırlattı. Rüzgarsız bir sabah vakti insan boyu otların ona okuduğu bir şiir:
Geceler güzeldi
Gündüzler daha güzel
Ama sen....
Üzerinde bir demet papatya
Ölümden de güzelsin.
Biçimsiz başını kendini sonsuza kadar ağırlayacak olan dünyanın çoban yıldızı renkli girişine sokarken, gözleri, elleri, bedeni bu ışık dünyası içinde binlerce parçaya bölünürken, kaygı endişe.... Hepsi kaybolup gitti. Sonra bir oldu bütün bu çevresindekilerle. Son bir gayretle arkasına dönüp baktığında, kapanmakta olan beyaz bir delikten kıpkırmızı bir dünya gördü. Kötülerin iki ayaklı sakat kurbağalara döndüğü, masum insan yavrularının doğduğu evin önünden geçerken içeri girip salonda, şöminenin üzerinde kızıl saçlı, mavi gözlü güzel bir kadının yağlı boya resmine hayran hayran baktığı bir dünya... Bir huzurla kapattı gözlerini. Yüz yıllık yorgunluğunu dinlendirmesinin, yağmurların mavi mavi yağmasının artık vakti gelmişti.