20 Ocak 2010 Çarşamba

YANILSAMA


Sarı bir akşam doldu odanın içine. Aynı anda vitrinin kaplumbağa şeklindeki tahta oymaları burun deliklerini açıp kapadılar. Belki başlarını sağa sola kımıldattılar azıcık.
Gölgeler garip biçimlerde uzuyor ağır eski moda mobilyaların orasına burasına tutunmaya çalışıyordu. Bir şekli vardı sanki karanlığın. Beyaz, fötr bir şapka giymiş gözlüklü bir karanlıktı bu. Onca yorgunluğuna rağmen yılmıyor, şehrin sokaklarına evlerine odalarına sarsılmaz bir görev bilinciyle giriyordu. Uzun zamandır suskun insanların kendine has, ürkütücü haliyle uzandı kanepeye. Atalarından kalan demir bir çiçek dürbününden bakıyordu şimdi etrafa. Helezoni maviler, yarım kalmış siyahlar loşluğun ortasında uçuşuyordu . Antika masanın üzerinde bütün asaletiyle duran uzun bir mumun ışığında görüyordu her yeri. Üzerinde gümüş renkli bir aziz resmi vardı mumun. Dağları, evleri hızla delip geçebilen ve sevgiyi tohum misali geçtiği her yere dağıtan bir insandı o. Bir de müziği vardı ardına bir aşık gibi takılan.... Müzik bir dakikalığına yankılandı odanın içinde.
Bulutların gizlediği bir kaleydi sanki bu oda. Yaşlı, orta boy bir tepenin yamacında büyük, tek katlı bir evin eski eşyalarla dolu salonu ve ceviz komidinin yanından seyredebildiğin bereketli deniz ( ki çoğunlukla yaptığı buydu zaten )... Bir sihir bu diye bağırmak geldi içinden bir gün sabahın beşinde boğazda yüzen bir balina gördüğü zaman.O gece de pek iyi uyuyamamış, gün daha ağarmadan balkona çıkıp boğazı seyretmeye başlamıştı. Ağır ağır hareket etmekte olan bir yük gemisinden başak bir şey yoktu görünürde. Sonra farketti karaltıyı. Geminin altından aniden yüzen bir ada gibi ortaya çıkmış ve yarı beline kadar havaya sıçrayıp kendini yeniden bırakmıştı öz yurduna. Ardından kar yağmaya başlamıştı zaten. Mevsim ekimdi. Balina ve kar arasında bir bağ kurulamaz ki dedi içinden ve içeri, salona geçti. Üşümüştü. Koltuğun üzerinde duran eski sararmış gazeteleri aldı. Saatlerinizi ileri almayı unutmayın diyordu birinde. Mutluca geçen bir ilkbahara aitti belki diye düşündü.
Belki o günden sonra hiç mutlu olmadım ben. Çok duyarlıklıyım... Trenler, dağlar, topraklar geçmişti insanların üzerinden. Nasıl da ağlamıştım. İnsanlar geldi, insanlar gitti. Yemek yediler akşamları. Anneleri salata yaptı onlara. Ekmek koydular tabakların yanına, yesinler diye... Çocuksu, bitmeyen, dingin bir iç ormanında tek başına kararlı, kararsız adımlarla ilerliyormuş gibi hissederdi kendini çoğu zaman. Tahtadan, yüksek bir çitin ardındaydı sanki gerçek evi. Vurdumduymaz, aymaz hiçbir uçuçböceği insanının gelemeyeceği, gelip de penceresini tıklatamayacağı bir ev vardı içinde. Çok uzun zamandır gökyüzünde bir leylek çıkartması bekleyen o yaşlı doğacı gibiydi.Yaşlı doğacılar büyük ağaçların ortasında yaşar, insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesi için dua eder ve göğün yarısını kaplayan büyük bir leylek sürüsü gördüklerinde ölümün yakın olduğunu anlarlardı.
Üşümüştü. Koltuğun üzerinde duran eski sararmış gazeteleri aldı ve salonun bir köşesinde duran ağaç modelden sobanın kapağını kaldırdı. Gazete sayfalarını özenle yırttı. Birkaç tane kozalağı, gazlı bezi ve tahta parçalarını sobanın içindeki odunların arasına yerleştirdi. Öteden beri severdi bu töreni ve havaya yayılan gaz konusunu. Büyük boy bir kibriti yakarak bu yığının üzerine attı ama hemen kapatmadı sobanın işlemeli kapağını.
Durdu. Daha bir dikkatle bakmaya başladı alevlere. Gitgide artan bir sıcaklığın yüzüne, içine doğru usulca yürüdüğünün hissetti. Geri çekilip oradan uzaklaşmak istiyordu fakat sanki bir güç, yüzyıllık ağaçları toprağa bağlayan kalın kökler gibi bir şey yaşlı bedenini tutuyordu orada, sobanın yanıbaşında... Ölüm mü geldi acaba diye sordu kendi kendine . Eğer öyleyse, şu an ben kanepede yatıyor olmalıyım. Ve bütün bu yaşadıklarım... bu alevler, bu sıcak, bir şeylerin işareti olmalı. Bu dünyaya ait olmayan bir korku sardı içini. Akrabaların uzun süredir beklediği şey oluyor galiba. Peki insan böylesine bilinçli mi oluyordu ölürken ?
Yanılıyordu. Birdenbire alevlerin ortasında beliren hem de çok canlı duran bir görüntüden anladı bunu. Lacivert rengi bir denizle kucaklaşmış bir kum tepeceği vardı orada. Bulut beyazı, kolsuz bir elbise giymiş orta yaşlı bir kadın bu sonsuz gibi görünen sarının üzerine oturmuş sığ maviliğe bakıyordu. Saf bir gülümseme vardı yüzünde. Sırtını arkasında renksiz gibi görünen berrak göğe yaslamış suyun içinde oynayan küçük bir kız çocuğuna bakıyordu sevgiyle.
- Nasıl güzel mi ? diye bağırdı. Eliyle nefis işareti yaptı çocuk.
- Çok sıcak. Sen de gelsene.
- Yok. Burası daha güzel. Hafif bir lodos geldi uzaklardan. Küçüğün yanağına şöyle bir dokundu; sonra kısa, açık kumral rengi saçlarını havalandırdı ileriye doğru. Sevinçle zıpladı çocuk, ufak bir deniz minaresi kıpırdandı ayağının altında ve kendini dizlerine kadar gelen sıcak suyun içine bırakıverdi. Bildik bir dağın içinden yüzlerce yıldır gelmekte olan karanfil kokan bir su tadındaydı bu mavilik. Mutluluğu ne anlama geldiğini bilerek yaşıyordu küçük kız.
- Kendini unutmak buymuş meğer dedi bu resmi izleyen. Güzel şeymiş be! Ne sobadan yükselen alevlerin yaydığı bunaltıcı, acıtan sıcak ne de is kokan elleri... Hiçbir şeyi görmüyor, düşünmüyordu artık. En son çocukluğunda, on üç on dört yaşındayken yaşamıştı böylesine saf bir heyecanı. Bir akşam Amcası gelmişti konağa. Elinde karton bir kutu, içinde yapraklar arasında gezinen ipekböcekleri...
- Bu benim mi? Gerçekten benim mi? diye sormuştu kaç kez. Ne güzeldi bir canlıyı sevmek, sonra kaybedip gitse de o çiğ tanesinden yapılmış billur anı. Hemen unuttu geçmişi.Geriden gelen anıların,hoş olsalar bile, yakasını bırakmayacaklarını ruhunu ve bedenini güçsüz bırakacaklarını biliyordu çünkü. En büyük sorunda buydu aslında.
Gıcır boyalı bir sandaldan boğazın serin sularına atlayıp kollarını yoramıyordu yaşlı insanlar. Tatlıdan tuzludan tıka basa yiyip bir saat sonra yine acıkamıyorlar, soğuk havada yün başlıklarını çıkarıp yüzlerini sorumsuzca rüzgara dönemiyorlardı. Yaşam döngüsü denilen düzene alışamamıştı doğrusu. Beyin hücrelerinin büyük bir kısmının öldüğünün farkında olan bir insan olarak sobanın içinde gördüğü ya da gördüğünün sandığı bakir doğa ve bu küçük simgeliyordu o an bütün güzel şeyleri. Kum tepesinde oturan kadının kızın Annesi ya da Teyzesi olduğuna hükmetti. Alnından terler akıtan bu sıcaklık karşısında mantıklı düşünceler ileri sürebilmesine şaşırıyordu. Bedeni ve iç benliği birbirinden ayrılmıştı aslında. Her ne kadar bu hayal ve gerçek karışımı manzarayı yarı ıslak ve kırmızı bir yüzle izlese de kalbini saran o saf, serinlik veren duygudan anlıyordu bunu. Bir zamanlar bazı ülkelerde bulunmuştu. Sıcak, soğuk, kuru ve ıslak vatanların bereketli, kıraç topraklarında türlü otların bitkilerin bittiği yerler, kocaman heyhüla gibi kayalıklar görmüştü. Uzakların çağrısına kolayca kapılıp, kendini boşluğa bıraktığı zamanlardı onlar. Eski zamanlardı... Fakat şimdiye kadar kalbini böylesine avuçlarının arasına alan bir doğa parçası bulmuş değildi. Hem de nerede? Sobadan yükselen kırmızı sarı alevlerin arasında. Ateşin sesini duyup onu anlayan biriydi demek ki yaşlı adam da haberi yoktu.
Birden bir hışırtı yükseldi küçüğün neşeyle içinde neşeyle oynadığı yeşil, mavi denizden. Düşüncelerinden sıyrılıp izlemeye koyuldu yeniden bu gerçek dünyayı. Sahile yakın bir yerden, sağ taraftan üç direkli büyük bir yelkenli girdi göz sahasına. Görünürde kimse yoktu üzerinde. Rüzgar olabildiğince ve bir sevgiliye sarılır gibi içten kucaklıyordu pruvaları. Su bıçak darbesi yemiş gibi ikiye ayrılıyordu . Köpükler farklı yönlere dağılıyordu zorunlu olarak. Kum tepeciğinin üzerinde bulut beyazı elbisesini dizlerine geçirmiş oturan kadın ani bir hareketle ayağa kalktı.Aynı anda suyun içinde ıslak kıyafetine aldırmadan oynayan küçük kız da doğruldu. Birbirlerine baktılar vakit daha erken dermişçesine. Yüzlerine hayal kırıklığı vardı. Üzerinde birdenbire çiçekler biten elbisesini yukarı kaldırmadan suya girdi kadın.Kızın elinden tuttu ona güç vermek istermişçesine.
-Üzülme . Bizi yeniden getirecekler buraya.
- Söz mü ?
- ......
- Söz mü ?
- Evet. Sana söz veriyorum. Gözleri parıldadı çocuğun.
- Hadi şimdi gidelim. Ve el ele sahile oldukça yaklaşmış olan yelkenliye doğru yürüdüler. Su dizlerinden öteye geçmiyordu. Yaklaşık yüz metre sonra artık sırtlarını ve uçuşan saçlarını görebiliyordu yaşlı adam. Sonra belli belirsiz bir karaltı gördü güvertede. Vücudu karanlık yarı saydam ve arada sırada bir televizyon ekranı gibi titreyen görüntüsüyle garip bir canlıydı bu. Haylaz bir rüzgar kolları, bacakları ve başıyla oynuyordu sanki. Kuvveti vardı ama. Sağ kolunu güvertenin ortasından aşağı sarkıttı. Kadın ve küçük kız bu kendiliğinden uzanan kolu hemen kavrayıverdiler ve bir an da üçü de görünmez oldular yelkenlinin içinde. Herşeyin eski haline dönmesi bir anda oldu. Kaybolan bu hayalin ardından soluk soluğa koltuğa bıraktı kendini. Göğsü, sırtı ter içinde kalmıştı.Kalkıp pencereyi açmaya çalıştı. Yapamadı. Ne zamandır uğramayan eski düşmanı öksürük nöbeti izin vermedi buna. Kısık sesiyle mırıldandı:
-Peki şimdi ne oldu ?
Akşam yatağa girdiğinde atlas yorganı sıkı sıkıya başına çekti. Sobanın ateşi söneli yarım saat olmuş, eve ılık bir hava yayılmıştı. Gözlerini kapatmadan bir kez daha fısıldadı kendi kendine akşamki sorunun cevabını:
- İlk dokunuş....
Gittikçe hızlanıyordu zaman. Günlerin içinden tramvaylar bile geçebilirdi.
Işıklar ve renkler o renkli tramvaylarla bir gece vakti küçük bir şehirden geçiyormuşçasına hızla akıyor ve kayboluyordu. Ve hayatlarını ulu çınar gövdelerine sarılamadan geçiren pek çok insan yaşamın felsefesini yapmaya devam ediyorlardı.
Kuşların, uçakların ve bulutların gölgesi yüzlerce kez geçtiler insanların üzerinden. Böylece bahar geldi. Mevsimin ilk karında yaşadığı ve uzun süre iç dünyasını meşgul eden o olayı unutmuştu ya da çok daha az hatırlıyordu artık. Sobayı tamamen söndürüp temizleyeli ve her zamanki balkon sefasına başlayalı birkaç gün olmuştu.
Kışın başlangıcında gördüğü balina bir daha gözükmedi. Fakat körfeze giden yunus sürüleri boş bırakmıyordu. Günleri eski Türkçe kitapların tozlarını almak, bir zamanlar ziyaret ettiği o güzel ülkelerin resimlerine bakarak ve kendini iyi hissettiği zamanlar sahilde kısa yürüyüşler yaparak geçiyordu.
Bir akşam salonda abajurun loş ışığında kanepeye uzanmış hoş bir kadını düşünürken
elektrik kesildi. Son birkaç gündür sık sık oluyordu bu. Üzerinde gümüş
renkli aziz resmi olan mumu yaktı el yordamıyla. Tekrar kanepeye uzandı büyük bir
yorgunlukla. Kirpikleri nasıl da ağırlaşmıştı. Kararlı bir uyuma isteğiyle başını kızıl
kahve yastığın derinliklerine doğru gömdü. Tam uykuya dalacaktı ki homurtuya benzer bir ses duydu. Odayı bir sıcaklık kapladı. Bir dakika kadar gözlerini açmakta tereddüt etti. Sonra merakına yenilip göz kapaklarını araladığında nedense şaşırmadı. Soba yanıyordu... Yavaş yavaş birbirine kaynaşan odunların çıkarttığı gürültülü sesi bile duyabiliyordu. Ayağa kalktı. Kendinden emin, cesur bir tavırla yürüdü. Kanca burunlu demir parçasıyla sobanın kapağını açtı. Orada, alevlerin arasında ne gördüğünü biliyordu şimdi. Lacivert rengi bir deniz ve onunla kucaklaşan upuzun bir sahil... Beyaz elbiseli kadın ve küçük kızı alan yelkenli beliriverdi .Gülümsedi. O karanlık hayal yelkenliden inip suyun üzerinde yürümeye başladığında ne yapması gerektiğini biliyordu. Nasıl olsa birazdan sıcaklığı unutacaktı. Unuttu da....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder