25 Ocak 2010 Pazartesi


Nasıl başladı ? Tam olarak bilmiyorum. Çocukken deniz kenarındaki o evde otururken geceleri gözlerimi kapattığımda uzayı gördüğümü sanırdım. Yüz binlerce ışık topu dönüp dururdu karanlığın içinde. Hatta bazen gözlerimi açtığımda da görmeye devam ederdim onları. Pencere kenarına oturup dışarıyı seyrederken gördüğüm insanlara hikayeler yazardım içimden. Yaşlı, yürümekte zorluk çeken teyzelerin Sarıyer büyücüsünün kıskançlığı yüzünden solgun bedenlere hapsettiği güzel kadınlar olduğunu hayal ederdim. Şehir hatları vapurları yolcularını gökyüzünde taşıyabilirdi benim gözümde. Ve martılar kırmızı renkte... Yazıyla olmasa da sözle kurguladığım hikayeleri- çoğu korku hikayesi olurdu- mahalledeki çocuklara anlatırdım büyük bir hevesle. Sözcüklerin evreni kurduğum bütün bu düşlerle öylesine birdi ki yazmasam olmaz. Her yere gidebilirim ve herkes olabilirim sözcüklerle.

Kuzey ışıklarını görüyorum
Trenler ve gemiler geçiyor hayatın tam ortasından
Gölgeler uzuyor
Saçlarımı kumlara özenle bırakırken
Ve ağır aksak yaşlı bir kadın gibi giderken
Sonsuzluğun izinden
Penceremden süzülürdü AŞK
Bırakırdı ulaşılmaz duruşunu
Sıyrılırdı hayallerinden ve renklerinden
Ben olurdu...
Kısa bir süre sonra

Ben, kaybolurdu...

SEZGİ


Dirilişimde yalnızdım
Soru işaretleriydi kehribar rengi gözlerini anlatıp duran
Ben... Hiçbir renktim
Saydam ve gerçek bir hikaye gibi
Ayın sonbaharda kaybolmasını bekledim...

23 Ocak 2010 Cumartesi

ANIN İÇİNDE


Şehrin kalbindeyim. Ve atışını içimde hissediyorum. Odalarında eteklerimi sürükleyerek dolaşacağım bir masal evi yolculuğuna davet ediyor beni bu sesler. Bu duyguları hangi sözlerle ve kurguyla anlatabilirim ? Kocaman ağaçların ve tarihin eski zamanlarına ait taştan binaların, duvarların ruhunu ve renklerini ellerimde, kollarımda ve bacaklarımda bir sızı gibi hissettiğimi anlatmaya bir hikayenin cümleleri yeterli olabilir mi ?
Sultan Ahmet Meydanında Alman Çeşmesinin yanıbaşındayız. Soğuk tenimizi kesiyor. Fakat yine de duruyoruz bir anlığına. Oradan oraya yürüyen, farklı ülkelerden gelen insanların, kedilerin, yaprakların ve rüzgarın da bizimle durduğuna hükmediyoruz. Sonra bir uğultu yükseliyor arkamızdan. Gerçek, şimdiki rengini kaybediyor; sisli ve parlak bir arka planın eşilğinde görüyoruz her yeri. Sultan I. Ahmet yanında veziri, devlet erkanı ve mimar Sedefkar Mehmet Ağa hızlı adımlarla geçiyorlar yanımızdan. Hararetli konuşmalar geçiyor aralarında ama söylenenleri anlamıyorum. Padişahın yüzü gülüyor. Mutlu... Kehribar renginde, gösterişli bir kaftan giyiyor. Bu düş kalabalığına doğru bir adım atmak istiyorum ki, hepsi bir anda kayboluyor. Seninle göz göze geliyoruz.
- Bak diyorsun. Yılın ilk karı yağıyor. Ben ise karşıdan bize doğru gelen aileye bakıyorum. Çocukların başında satıcılardan aldıkları padişah kavuğu, ellerinde çubuklara sarılmış renkli macunlar, yürüyüp gidiyorlar.

21 Ocak 2010 Perşembe

UYUMSUZ


Yolda...
Sessiz ağaç hayaletleri karşılar beni
Saklı kalan, soylu kadın resimleri çizerim
Gerçek, hüzün tablolarına benzer
Kraliyet günlerini anlatır kimi zaman
Yarım kalmış bir kırmızının hikayelerini de...
Onlara, herkese, herşeye...
Hayal olur, hayal durur

20 Ocak 2010 Çarşamba

YANILSAMA


Sarı bir akşam doldu odanın içine. Aynı anda vitrinin kaplumbağa şeklindeki tahta oymaları burun deliklerini açıp kapadılar. Belki başlarını sağa sola kımıldattılar azıcık.
Gölgeler garip biçimlerde uzuyor ağır eski moda mobilyaların orasına burasına tutunmaya çalışıyordu. Bir şekli vardı sanki karanlığın. Beyaz, fötr bir şapka giymiş gözlüklü bir karanlıktı bu. Onca yorgunluğuna rağmen yılmıyor, şehrin sokaklarına evlerine odalarına sarsılmaz bir görev bilinciyle giriyordu. Uzun zamandır suskun insanların kendine has, ürkütücü haliyle uzandı kanepeye. Atalarından kalan demir bir çiçek dürbününden bakıyordu şimdi etrafa. Helezoni maviler, yarım kalmış siyahlar loşluğun ortasında uçuşuyordu . Antika masanın üzerinde bütün asaletiyle duran uzun bir mumun ışığında görüyordu her yeri. Üzerinde gümüş renkli bir aziz resmi vardı mumun. Dağları, evleri hızla delip geçebilen ve sevgiyi tohum misali geçtiği her yere dağıtan bir insandı o. Bir de müziği vardı ardına bir aşık gibi takılan.... Müzik bir dakikalığına yankılandı odanın içinde.
Bulutların gizlediği bir kaleydi sanki bu oda. Yaşlı, orta boy bir tepenin yamacında büyük, tek katlı bir evin eski eşyalarla dolu salonu ve ceviz komidinin yanından seyredebildiğin bereketli deniz ( ki çoğunlukla yaptığı buydu zaten )... Bir sihir bu diye bağırmak geldi içinden bir gün sabahın beşinde boğazda yüzen bir balina gördüğü zaman.O gece de pek iyi uyuyamamış, gün daha ağarmadan balkona çıkıp boğazı seyretmeye başlamıştı. Ağır ağır hareket etmekte olan bir yük gemisinden başak bir şey yoktu görünürde. Sonra farketti karaltıyı. Geminin altından aniden yüzen bir ada gibi ortaya çıkmış ve yarı beline kadar havaya sıçrayıp kendini yeniden bırakmıştı öz yurduna. Ardından kar yağmaya başlamıştı zaten. Mevsim ekimdi. Balina ve kar arasında bir bağ kurulamaz ki dedi içinden ve içeri, salona geçti. Üşümüştü. Koltuğun üzerinde duran eski sararmış gazeteleri aldı. Saatlerinizi ileri almayı unutmayın diyordu birinde. Mutluca geçen bir ilkbahara aitti belki diye düşündü.
Belki o günden sonra hiç mutlu olmadım ben. Çok duyarlıklıyım... Trenler, dağlar, topraklar geçmişti insanların üzerinden. Nasıl da ağlamıştım. İnsanlar geldi, insanlar gitti. Yemek yediler akşamları. Anneleri salata yaptı onlara. Ekmek koydular tabakların yanına, yesinler diye... Çocuksu, bitmeyen, dingin bir iç ormanında tek başına kararlı, kararsız adımlarla ilerliyormuş gibi hissederdi kendini çoğu zaman. Tahtadan, yüksek bir çitin ardındaydı sanki gerçek evi. Vurdumduymaz, aymaz hiçbir uçuçböceği insanının gelemeyeceği, gelip de penceresini tıklatamayacağı bir ev vardı içinde. Çok uzun zamandır gökyüzünde bir leylek çıkartması bekleyen o yaşlı doğacı gibiydi.Yaşlı doğacılar büyük ağaçların ortasında yaşar, insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesi için dua eder ve göğün yarısını kaplayan büyük bir leylek sürüsü gördüklerinde ölümün yakın olduğunu anlarlardı.
Üşümüştü. Koltuğun üzerinde duran eski sararmış gazeteleri aldı ve salonun bir köşesinde duran ağaç modelden sobanın kapağını kaldırdı. Gazete sayfalarını özenle yırttı. Birkaç tane kozalağı, gazlı bezi ve tahta parçalarını sobanın içindeki odunların arasına yerleştirdi. Öteden beri severdi bu töreni ve havaya yayılan gaz konusunu. Büyük boy bir kibriti yakarak bu yığının üzerine attı ama hemen kapatmadı sobanın işlemeli kapağını.
Durdu. Daha bir dikkatle bakmaya başladı alevlere. Gitgide artan bir sıcaklığın yüzüne, içine doğru usulca yürüdüğünün hissetti. Geri çekilip oradan uzaklaşmak istiyordu fakat sanki bir güç, yüzyıllık ağaçları toprağa bağlayan kalın kökler gibi bir şey yaşlı bedenini tutuyordu orada, sobanın yanıbaşında... Ölüm mü geldi acaba diye sordu kendi kendine . Eğer öyleyse, şu an ben kanepede yatıyor olmalıyım. Ve bütün bu yaşadıklarım... bu alevler, bu sıcak, bir şeylerin işareti olmalı. Bu dünyaya ait olmayan bir korku sardı içini. Akrabaların uzun süredir beklediği şey oluyor galiba. Peki insan böylesine bilinçli mi oluyordu ölürken ?
Yanılıyordu. Birdenbire alevlerin ortasında beliren hem de çok canlı duran bir görüntüden anladı bunu. Lacivert rengi bir denizle kucaklaşmış bir kum tepeceği vardı orada. Bulut beyazı, kolsuz bir elbise giymiş orta yaşlı bir kadın bu sonsuz gibi görünen sarının üzerine oturmuş sığ maviliğe bakıyordu. Saf bir gülümseme vardı yüzünde. Sırtını arkasında renksiz gibi görünen berrak göğe yaslamış suyun içinde oynayan küçük bir kız çocuğuna bakıyordu sevgiyle.
- Nasıl güzel mi ? diye bağırdı. Eliyle nefis işareti yaptı çocuk.
- Çok sıcak. Sen de gelsene.
- Yok. Burası daha güzel. Hafif bir lodos geldi uzaklardan. Küçüğün yanağına şöyle bir dokundu; sonra kısa, açık kumral rengi saçlarını havalandırdı ileriye doğru. Sevinçle zıpladı çocuk, ufak bir deniz minaresi kıpırdandı ayağının altında ve kendini dizlerine kadar gelen sıcak suyun içine bırakıverdi. Bildik bir dağın içinden yüzlerce yıldır gelmekte olan karanfil kokan bir su tadındaydı bu mavilik. Mutluluğu ne anlama geldiğini bilerek yaşıyordu küçük kız.
- Kendini unutmak buymuş meğer dedi bu resmi izleyen. Güzel şeymiş be! Ne sobadan yükselen alevlerin yaydığı bunaltıcı, acıtan sıcak ne de is kokan elleri... Hiçbir şeyi görmüyor, düşünmüyordu artık. En son çocukluğunda, on üç on dört yaşındayken yaşamıştı böylesine saf bir heyecanı. Bir akşam Amcası gelmişti konağa. Elinde karton bir kutu, içinde yapraklar arasında gezinen ipekböcekleri...
- Bu benim mi? Gerçekten benim mi? diye sormuştu kaç kez. Ne güzeldi bir canlıyı sevmek, sonra kaybedip gitse de o çiğ tanesinden yapılmış billur anı. Hemen unuttu geçmişi.Geriden gelen anıların,hoş olsalar bile, yakasını bırakmayacaklarını ruhunu ve bedenini güçsüz bırakacaklarını biliyordu çünkü. En büyük sorunda buydu aslında.
Gıcır boyalı bir sandaldan boğazın serin sularına atlayıp kollarını yoramıyordu yaşlı insanlar. Tatlıdan tuzludan tıka basa yiyip bir saat sonra yine acıkamıyorlar, soğuk havada yün başlıklarını çıkarıp yüzlerini sorumsuzca rüzgara dönemiyorlardı. Yaşam döngüsü denilen düzene alışamamıştı doğrusu. Beyin hücrelerinin büyük bir kısmının öldüğünün farkında olan bir insan olarak sobanın içinde gördüğü ya da gördüğünün sandığı bakir doğa ve bu küçük simgeliyordu o an bütün güzel şeyleri. Kum tepesinde oturan kadının kızın Annesi ya da Teyzesi olduğuna hükmetti. Alnından terler akıtan bu sıcaklık karşısında mantıklı düşünceler ileri sürebilmesine şaşırıyordu. Bedeni ve iç benliği birbirinden ayrılmıştı aslında. Her ne kadar bu hayal ve gerçek karışımı manzarayı yarı ıslak ve kırmızı bir yüzle izlese de kalbini saran o saf, serinlik veren duygudan anlıyordu bunu. Bir zamanlar bazı ülkelerde bulunmuştu. Sıcak, soğuk, kuru ve ıslak vatanların bereketli, kıraç topraklarında türlü otların bitkilerin bittiği yerler, kocaman heyhüla gibi kayalıklar görmüştü. Uzakların çağrısına kolayca kapılıp, kendini boşluğa bıraktığı zamanlardı onlar. Eski zamanlardı... Fakat şimdiye kadar kalbini böylesine avuçlarının arasına alan bir doğa parçası bulmuş değildi. Hem de nerede? Sobadan yükselen kırmızı sarı alevlerin arasında. Ateşin sesini duyup onu anlayan biriydi demek ki yaşlı adam da haberi yoktu.
Birden bir hışırtı yükseldi küçüğün neşeyle içinde neşeyle oynadığı yeşil, mavi denizden. Düşüncelerinden sıyrılıp izlemeye koyuldu yeniden bu gerçek dünyayı. Sahile yakın bir yerden, sağ taraftan üç direkli büyük bir yelkenli girdi göz sahasına. Görünürde kimse yoktu üzerinde. Rüzgar olabildiğince ve bir sevgiliye sarılır gibi içten kucaklıyordu pruvaları. Su bıçak darbesi yemiş gibi ikiye ayrılıyordu . Köpükler farklı yönlere dağılıyordu zorunlu olarak. Kum tepeciğinin üzerinde bulut beyazı elbisesini dizlerine geçirmiş oturan kadın ani bir hareketle ayağa kalktı.Aynı anda suyun içinde ıslak kıyafetine aldırmadan oynayan küçük kız da doğruldu. Birbirlerine baktılar vakit daha erken dermişçesine. Yüzlerine hayal kırıklığı vardı. Üzerinde birdenbire çiçekler biten elbisesini yukarı kaldırmadan suya girdi kadın.Kızın elinden tuttu ona güç vermek istermişçesine.
-Üzülme . Bizi yeniden getirecekler buraya.
- Söz mü ?
- ......
- Söz mü ?
- Evet. Sana söz veriyorum. Gözleri parıldadı çocuğun.
- Hadi şimdi gidelim. Ve el ele sahile oldukça yaklaşmış olan yelkenliye doğru yürüdüler. Su dizlerinden öteye geçmiyordu. Yaklaşık yüz metre sonra artık sırtlarını ve uçuşan saçlarını görebiliyordu yaşlı adam. Sonra belli belirsiz bir karaltı gördü güvertede. Vücudu karanlık yarı saydam ve arada sırada bir televizyon ekranı gibi titreyen görüntüsüyle garip bir canlıydı bu. Haylaz bir rüzgar kolları, bacakları ve başıyla oynuyordu sanki. Kuvveti vardı ama. Sağ kolunu güvertenin ortasından aşağı sarkıttı. Kadın ve küçük kız bu kendiliğinden uzanan kolu hemen kavrayıverdiler ve bir an da üçü de görünmez oldular yelkenlinin içinde. Herşeyin eski haline dönmesi bir anda oldu. Kaybolan bu hayalin ardından soluk soluğa koltuğa bıraktı kendini. Göğsü, sırtı ter içinde kalmıştı.Kalkıp pencereyi açmaya çalıştı. Yapamadı. Ne zamandır uğramayan eski düşmanı öksürük nöbeti izin vermedi buna. Kısık sesiyle mırıldandı:
-Peki şimdi ne oldu ?
Akşam yatağa girdiğinde atlas yorganı sıkı sıkıya başına çekti. Sobanın ateşi söneli yarım saat olmuş, eve ılık bir hava yayılmıştı. Gözlerini kapatmadan bir kez daha fısıldadı kendi kendine akşamki sorunun cevabını:
- İlk dokunuş....
Gittikçe hızlanıyordu zaman. Günlerin içinden tramvaylar bile geçebilirdi.
Işıklar ve renkler o renkli tramvaylarla bir gece vakti küçük bir şehirden geçiyormuşçasına hızla akıyor ve kayboluyordu. Ve hayatlarını ulu çınar gövdelerine sarılamadan geçiren pek çok insan yaşamın felsefesini yapmaya devam ediyorlardı.
Kuşların, uçakların ve bulutların gölgesi yüzlerce kez geçtiler insanların üzerinden. Böylece bahar geldi. Mevsimin ilk karında yaşadığı ve uzun süre iç dünyasını meşgul eden o olayı unutmuştu ya da çok daha az hatırlıyordu artık. Sobayı tamamen söndürüp temizleyeli ve her zamanki balkon sefasına başlayalı birkaç gün olmuştu.
Kışın başlangıcında gördüğü balina bir daha gözükmedi. Fakat körfeze giden yunus sürüleri boş bırakmıyordu. Günleri eski Türkçe kitapların tozlarını almak, bir zamanlar ziyaret ettiği o güzel ülkelerin resimlerine bakarak ve kendini iyi hissettiği zamanlar sahilde kısa yürüyüşler yaparak geçiyordu.
Bir akşam salonda abajurun loş ışığında kanepeye uzanmış hoş bir kadını düşünürken
elektrik kesildi. Son birkaç gündür sık sık oluyordu bu. Üzerinde gümüş
renkli aziz resmi olan mumu yaktı el yordamıyla. Tekrar kanepeye uzandı büyük bir
yorgunlukla. Kirpikleri nasıl da ağırlaşmıştı. Kararlı bir uyuma isteğiyle başını kızıl
kahve yastığın derinliklerine doğru gömdü. Tam uykuya dalacaktı ki homurtuya benzer bir ses duydu. Odayı bir sıcaklık kapladı. Bir dakika kadar gözlerini açmakta tereddüt etti. Sonra merakına yenilip göz kapaklarını araladığında nedense şaşırmadı. Soba yanıyordu... Yavaş yavaş birbirine kaynaşan odunların çıkarttığı gürültülü sesi bile duyabiliyordu. Ayağa kalktı. Kendinden emin, cesur bir tavırla yürüdü. Kanca burunlu demir parçasıyla sobanın kapağını açtı. Orada, alevlerin arasında ne gördüğünü biliyordu şimdi. Lacivert rengi bir deniz ve onunla kucaklaşan upuzun bir sahil... Beyaz elbiseli kadın ve küçük kızı alan yelkenli beliriverdi .Gülümsedi. O karanlık hayal yelkenliden inip suyun üzerinde yürümeye başladığında ne yapması gerektiğini biliyordu. Nasıl olsa birazdan sıcaklığı unutacaktı. Unuttu da....

Issızlığın ortasından
Mağrur perilerin fildişi kulesine yolculuk
Bilgelik ağacım
Yapraklarını yakarken
Arkamda nefesini hissediyorum
Şimdi uyandır beni
Usulca ve merhametle
Adı belki olan bir cumhuriyet varmış
Orada kendi gibi olma ve umarsızlık
Kaybolmanın dayanılmaz hafifliği
Amaçsızlığın garip resmi
Bırakarak herşeyi yeniden doğmak
Mağrur bir peri olarak...

DERİN


Siklamen rengi, derin bir bahçede yürüyorum yalnız başıma. Öylesine masalsı,
gerçek olmayan bir gündüzü yaşıyorum ki dışarıda sabırsız bir şekilde beni bekleyen arabanın bile varlığını unutuyorum. 58 Marka bir Ford bu... Hemen yanı başında iki tane devlet memuru var. Kafalarında siyah şapkaları, gözlükleri ve çantaları ile çok garip görünüyorlar. Korkuyorum. Çünkü gözlüklerinin içinde siyah karıncalar geziniyor. Fakat onlar bu durumdan hiç de rahatsız değil. Bahçenin ortasından onlara bağırıyorum:
- Neyiniz var ?
- Biz 657’ye tabiiyiz diye sesleniyorlar aynı anda mekanik bir sesle. Görev kutsaldır.
Aslında umarsızım... Kayalık bir adacıkta yaşayan ve her gün aynı saatte Anka kuşunun gelmesini bekleyen o çaresiz, aptal adamdan hiçbir farkım yok. Göğün yarısını kaplayan ve evrenin tüm renklerini taşıyan kanatları bekliyorum ben de içimi kemiren yaşlı kurtlardan kurtulmak için, dışarı hiç çıkmayıp o arabaya binmemek için.
Yürüyorum... Yolun iki tarafında büyük kitabeler var. Yeryüzünün en eski sırları yazıyor üzerlerinde. Rüzgar esiyor ağaçların arasından... Güz kurbanları düşüyor yüzüme, saçlarıma. Bir yaprak insan olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. Yanımdan gelip geçen herkes beni birbirine gösteriyor.
- Kaybolmak isteyen biri o diyorlar. Belki birazdan bir ağaç olur.
Yürüyorum, az ötede gördüğüm küçük eve bir türlü ulaşamamanın verdiği korkuyu içimde hissederek... Ayakkabılarımın çıkardığı donuk tıkırtılar kafamda yankılanıyor gitgide büyüyerek. TOK TOK TOK.... Sonra onlarca civciv beliriyor etrafımda. Hepsi de siyah. Üzerlerinde beyaz yakalı, çiçekli elbiseler var. Tek sıra halinde bahçenin derinliklerine doğru gidiyorlar. Bu görüntü bana aradığım ilhamı veriyor. İçimden olanca kuvvetimle
- Çok değişik bir şey olsun diye bağırıyorum tam üç kez. Dileğim kabul oluyor. Demirden bir kafesin üzerimde bitiverdiğini ve içinde, florasan rengi bir mermer üzerinde ebedi uykusuna yatmışçasına uzanan kendimi görüyorum. Ama hayır ! Bu ben değilim. Çok kuvvetli, başının ortasında bir tutam uzun saçtan başka bir şey olmayan bir ermiş bu. Yanına gidiyorum. Onu öpmek, vücuduna sarılmak ve beni bu sıkıştığım bahçeden kurtarmasını istemek amacım. Ama yapamıyorum. Başını yana doğru çeviriyor. Gözlerini açıyor ve
- Ne olur kurtar beni diye yalvarıyor. Yüz elli yıldır burada cezalıyım. Bir kız çocuğunun gelip dua etmesi gerekiyor benim için. Sen yüz elli yıl sonra gördüğüm ilk küçüksün. Sözlerinin gerisini dinlemiyorum. Hızla kaçıp gidiyorum oradan. Arkama bakmaktan çekiniyorum. Bu kabus öyküden kurtulmak, zavallı civcivlerin başak rengine dönüştüğünü görmek istiyorum. Neden yedinci gününü yaşayan bir kelebek gibi dolandırılıyorum ki ortalıkta ?
Bütün bu delişmen hülyaların ortasında, yedinci gününü yaşayan bir kelebek gibi gezinirken bahçenin ortasında bir büst gördü. İki yanını salkın söğütlerin çevrelediği, arkasında tek bir lekesi dahi olmayan sonsuz bir mavinin beklediği bir büst... ( Atatürk tü bu )Ağır dikkatli adımlarla yanına yaklaştı yüzünü bildiği hiç kimseye benzetemediği bu bronz parçasının. Çocuğu yıllar önce kendini uçurumdan atmış bir babanın hüzünlü ifadesi var gözünün kenarındaki derin çizgide dedi içinden. Bu düşüncesini heykele de söyledi. Cevap vermedi hüzünlü baba.
- Canın nasıl isterse. Ben sadece dertleşmek istemiştim dedi o da. Ellerini önce kendi yüzünde sonra da büstün soğuk, derin hatlı kıvrımlarında gezdirdi.
- Aaaa... Hatırladım diye bağırdı. Süpermensin sen. O an atmosferi hızla aşıp uzaya doğru sağ yumruğu havada olmak üzere uçan Süpermen’i gördü. Yüzünde mağrur, bilgili bir ifade vardı. Gülümsedi.
- Güzel günlerdi. Ama artık gitmem lazım. Yürüyecek çok yolum var.
Tam arkasını dönmüş gidecekken bir çıtırtı ve böğürmeyle karışık bir ses duydu. Hayatının hatasını yaptığını, bir daha hiçbir şeyin deminki gibi olmayacağını ve bütün civcivlerin öleceğini bilerek dönüp arkasına baktı. Yüzün bronz dış kısmının yarısı çoktan çatlamış içinden yaşayan, soluyan bir şey görünüyordu. Biçimli bir surat ama yine de pembemsi bir et parçası... Daha önce duymadığı çok eski bir dilde konuşuyor... Kutsal bir kitabın sözleri mi bunlar? Yoksa bir lanet mi babadan oğula geçen ? Bilemedi. Bu bilinmezlikle geriye doğru birkaç adım attı.Eflatun yeşil bir nane tarlasının ortasında üzerine koruk üzümler yağarken, kucağında ölmüş bir kuzuyla oturan küçük prensti şimdi. Belli belirsiz mırıldanmalarla kendini suçlamaya, avutmaya çalıştı hızla yüzden uzaklaşırken
- Dokunduğum her ne varsa bozuluyor... Sesi artık iyice koyulaşmış olan karanlıkta yankılandı. Bu zaman makinesini neden icat edemediler. Ne güzel doğduğum ana giderdim şimdi. Mavi krallığıma giderdim. Dönüp bütün kat ettiği mesafeleri bir gökkuşağı ile silmek, o hayalet yüzün söylediği her sözü de toprağa gömmek istedi. Ama bunu yapmadı. Çünkü yıllar sonra buradan bir söğüt ağacının çıkacağını ve kabusun kaldığı yerden devam edeceğini biliyordu. Ayrıca bir daha bu bahçeye yolunun düşmeyeceğini kim garanti edebilirdi ?
Böylesine derin, küçük bir kızı alıp okyanusun binlerce damlasında biri yapan düşüncelerden sıyrılıp gökyüzüne baktığında sadece karanlık bir ülke vardı. Korku kuşu gelip parmağına kondu o ülkeden. Önünde uzayıp giden patikaya baktı. Çakıl taşlarını ayağıyla hissedebiliyordu renklerini göremese de. Bir an için kör olduğunu düşündü. Fakat az ileride demin gördüğü küçük ev sarı, pembe ve mavi ışıklarıyla belirince bu fikri değişti. Korku kuşunu elinden silkeleyip eve doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Yüzünde donuk, anlamsız bir gülümseme... Çünkü daha önce hiç böyle bir ev görmemiş. Rüyalarında bile...
Her odasında başka renk bir ışığın yandığı beyaz, tek katlı bir ev... Bir de verandası var. Verandasında salıncağı bile var. Kalın saçlı yaşlı bir adam göründü kapının önünde. Eliyle gel işareti yaptı. Dedesinin savaşta kaybettiği küçük parmağı ve öldürdüğü çekik gözlü askerlerle ilgili hikayeleri anımsadı nedense. Sevinç, heyecan... Bütün bu karmaşık duygularla eve iyice yaklaştı. Fakat birden evin sol tarafında iki kişi göründü. Başlarında siyah fötr şapkaları ve gözlüklerinin içinde gezinen karıncalarıyla o iki memur... Bir an için her şey derin bir geceye büründü. Beyaz ev ve ışıkları da... Sonra geçti bu bulut.
En kararlı halini takındı. Omuzlarını yukarı kaldırdı. Asker adımlarıyla verandanın merdivenlerine doğru yöneldi. Devlet memurları da ona doğru. Gözlerini sımsıkı kapadı.Yaşlı adam olanca, kalanca kuvvetiyle bir hamle yapıp kolunu kavradığında artık rahatlamıştı. Karıncalı adamlar da rahatlamıştı sanki. Bizden çıktı bu iş diye düşünmüşlerdi belki de... Gözlerini açtığında kurtarıcısının güven veren yüzünü gördü. Ona başından geçenleri anlatmak, çektiği vicdan azabını hafifletmek istedi. Tam konuşmaya başlayacakken:
- İçeri gel dedi yaşlı adam. Evin dar, beyaz kapısını açtılar birlikte. İçeride beyaz duvarlar, beyaz koltuklar, kristal abajurlar arasında üç kişi oturuyordu. Süpermen, ermiş ve korku kuşu... Derin bir huşu içinde ona bakıyorlardı. Çok utandı ve yüzünü çevirdi onlara bakmamak için.
- Üzülmene gerek yok.... Artık herkes kurtuldu. Bundan böyle bu evde birlikte yaşayacağız.Bir serinlik geldi içine. Kaygı duymama gerek yok. Nasıl olsa birazdan uyanacağım diye düşündü. Beşi birlikte pencerenin kenarına geldiler. Ev ağır ağır yerden yükselip karanlıklar ülkesine doğru giderken de üzülmedi.
Kelimeler beni özgür kılar
Denizin kıvrımlarında kaybolurum
Karanlıkta merdiven çıkmak gibi
Ya da bir salyangozun izinden gitmek
Heceleri nedensiz bir korkuyla giyip
Siyah beyaz bir fotoğrafta yerimi almak gibi
Manada, toprakta ve dışarıda sesler duyuluyor
Olsun...