16 Mayıs 2010 Pazar

ENTROPİ


Sıcak / Bilinç ve Işık… Kulağımda Henry Purcell’in yüzyıllar ötesinden gelen şarkıları, minübüsün ön koltuğunda aklıma gelen cümleleri yazıyorum not defterime. Tüylü kalemim şoförün dikkatini çekiyor. Senin hediyen. Geçen sene almıştın. Yaklaşık on beş dakikadır Zincirlikuyu’ya varamadık. İçerideki herkes yorgun. Ağır çekim bir filmdeki gibi başlarını sağa sola çeviriyor, sıkıntıdan çantalarını karıştırıyorlar, Alice’in tavşanı çıkacakmış gibi. Ter ve parfüm kokusu birbirine karışmış… Az ilerideki üst geçidin merdivenlerini çıkan bir kadın çarpıyor gözüme. Eflatun rengi elbisesi, gri yazlık şapkası ve çantasıyla zamanın dışından gelmiş gibi. Yukarı çıkınca durup, aşağıda duran arabalara bakıyor ve el sallıyor. Çevrenin hayret dolu bakışlarını göze alarak karşılık veriyorum. Gülümsüyor. On adım sonra kalabalığın içinde kaybediyorum onu. Minibüs hareket ediyor. Pencereden içeri giren serinlik, geride kalan mevsimin son nefesini fısıldıyor kulaklarıma. “Bir İran kedisinin duyarlılığyla bakmak ne güzel” diye yazıyorum defterime. “Arada kalan fakat yakalanamayan bütün anların biriktiği bir heybe var elimizde. İçinde bizi biz yapan ya da eksilten adımlar.” Defteri kapatıyorum. Yeni öykümün başlangıç cümleleri bunlar. Deminki kadını kaldırımda yürürken görüyorum bu kez. Kırlaşmış saçlarına rağmen tanıyorum onu. Siyah beyaz bir resmin parçası gibi. Gözleri hüzünle bakıyor.
- Şehrin hayaletleri diyorum yüksek sesle. Şoför şaşkın.
- Bir şey mi söylediniz ?

- Hiç diyorum. Trafik açılıyor.

13 Mayıs 2010 Perşembe


Varlık dalgalar halinde kabarıp duran bir denizdir
Avamın bildiği ise dalgalardan başkası değil,
Denizin derinliklerine bak, nasıl sonsuz sayıda dalga belirir
Denizin yüzeyinde, deniz hep dalgalar içinde gizlidir.
Molla Cami ( 1414- 1492 )

11 Mayıs 2010 Salı

MEKTUP


Beni kucağına alıp “Bak! Aydede” diyerek ayın büyülü, aydınlık yüzünü gösterdiğin zaman korkmuş, yukarılarda göksel, ruhani bir dedem olduğuna inanmıştım. Ama yine de güzeldi. Birlikte oluşturduğumuz akışkan, binlerce sihirli anın olduğu o görkemli, gizemli evrende iki kişiydik.
Deniz kenarındaki beyaz yalının en üst katındaki kiracılık günlerimiz, geceleri yatağımda dönüp dururken- ki çoğu zaman yataktan düşüp sabahları gözlerimi yerde açtığımı hatırlarım- yan evlerden gelen hava durumu programının arp ve keman sesleriyle örülü müziği sonu gelmeyen bir masalın sahneleri gibiydi. Geceleri evlerimizin üzerinden geçen yolcu uçağının boşlukta yankılanan motor sesi başka bir dünyanın kapılarını zorlarmışçasına büyürdü zihnimi içinde. Alt kattaki komşunun zeka özürlü kızı Necla’nın boş bakışları, sık sık birlikte vakit geçirdiğimiz ev sahibemizin piyanosunda gezinen minik parmaklarım, bisküvilerimi içinde püre yaptığım sütlü çay ve evlerimize sinen lavanta kokusu... Yıllar sonra yalı satıldığında, ev sahibemiz yerin altında geniş, antikalarla dolu o yarı karanlık daireye taşındığında da onu bırakmadık ve her bayram büyük, özenli sofralar kurulmaya devam edildi.
Genzimi ağır bir kömür kokusunun doldurduğu soğuk bir akşam, fırından çıkarken kar yağıyordu. Ve ben sokak lambasının ışığında dans eden kar tanelerini izliyordum. Çeşitli el ele tutuşma şekillerimizden biri olan düğümde karar kılıp kol kola yürürken , o zamanlar hep yaptığım gibi sevdiğim şarkılardan birini mırıldanıyordum. Sen bana dönüp atkımı daha da sıkı bağladığında ve saçlarımı beremin içine özenle sıkıştırdığında ne kadar sevildiğimi anladım.
Sonra yetişkin, iş güç sahibi genç bir kız olduğumda bir gün körfezde yüzerken “yakamozların üzerinde yüzelim” oyununu bulmuştun. Suyun içinde tepe üstü durup bacaklarını dimdik yukarı kaldırdığında, sahildeki kadınlar sana bakakalımştı. O an hep içimde. Kışın sobasız yazlık evimizin bir odasına sığınıp, siyah beyaz küçük televizyon eşliğinde yer sofrasında en lezzetli yemekleri paylaştığımızda mutluluk nereyse somut, dokunabileceğim bir varlık haline dönüşmüştü.
Öğrettiğin caz melodilerini okulda övünerek, biraz da abartarak söylerdim. Herkes bayılırdı. Tosca Operasına gitmiştik. Benim için ilkti. Sahnedeki şato dekoru ve o dekorun önünde şarkı söyleyen kadının sesi gözlerimden bir damla yaş süzülmesine neden olmuştu. Sen görmemiştin. O anı hiç unutmadım.

Elektrik kesintisi yüzünden mum ışığında geçirdiğimiz günleri de unutmadım. Gölge oyunu oynardınız Dedemle birlikte. Duvarda beliren şekillerin hayal aleminden gelen kuğular, kurtlar, ağaçlar olduğuna inanırdım. Onlar, evimizin karşısındaki içinde semt mezarlığının da bulunduğu büyük ormanın ağaçları ve kuşlarıydı belki de. Korkmazdım. Dürbünle mezar taşlarını okumaya başladığımda sen korkmuştun ama. Üzülmemen için bu tuhaf alışkanlığımdan vazgeçtim.
Güzel olduğumu ilk kez on bir yaşında bir erkek çocuğunun ağzından duyduğumda ne hissedeceğimi bilemedim. Senin ardından, sen yokken, seninle paylaşamadan aşık oldum. Şehrin üzerine birden inip kaybolan bir sis bulutu gibi olup bitti herşey. Değiştim. Ama asıl değişim sen gidince oldu. Köklerimi bir yandan toprağın derinliklerine iyice salarken, yapraklarım özlemle gökyüzüne bakmaya devam ediyor. Kaybettiğim fakat unutmadığım bir geçmişin gülümseyen, hüzünlü yüzüyle bakışarak.
AKIL

Yaşlı bir martının çığlığıyla uyandım bu sabah. Ağzımda ekşimsi, yorgun bir tat. Yanıbaşımda komidinin üzerinde duran saate baktım. 7.30... Resepsiyondaki kızıl saçlı çocuğa yedide uyandırın demiştim oysa. Akşam İstanbul’un tarihi evlerine bakarak çalışmak istediğim için cam kenarına çektiğim masadaki kağıt yığınları ilişti gözüme. Osmanlı’da minyatür anlayışına dair incelemeler, notlar ve ertesi gün sunacağım bildirinin taslakları... Bugün bana ve İstanbul’un kalbine ait dedim içimden. Gezilecek sokaklar, koca bir saray ve sonbaharın kokusuyla yeniden doğan bir şehir var. Gözlerimi kapadım. Yine açtım. Mutluluk bir elbise olup sarmıştı bedenimi ki tam bu sırada farkına vardım onların. Perdeden içeri süzülen gün ışığı duvarda bağımsız, başına buyruk bir karakter gibi şekiller çiziyordu. Fakat gariptir. Ne kalbim hızlı hızlı atmaya başladı ne de heyecanlandığım zamanlarda olduğu gibi dilim damağım kurudu. Kısa bir süre sonra çekik gözlü bir minyatür kadınının yüzüne dönüştü bu şekiller ve hemen kayboldu. Zihnimin uykuyla uyanıklık arasında kalmasının mı yoksa yanıbaşımızda hep bizimle var olan fakat bilerek isteyerek algılarımızı kapattığımız bir gerçekliğin belirtisi miydi bu görüntü bilmiyorum. Hem bazen bilmemek daha iyiydi. Ağzımdaki ekşi tat midemde gurultuya dönüşmüştü zaten. Yataktan kalktım ve dün akşama doğru geldiğim bu küçük otel odasına dikkatli bir gözle bakmaya başladım. Odanın tam ortasına yerleştirilmiş bir somya, duvarda etrafında bir sürü kuş uçan bir ağaç resmi, camın kenarındaki küçük masa, tahtadan, cilası dökülmüş bir sandalye ve içeride sürekli damlayan su sesinin geldiği bir banyo.
Acıktım. Aşağı inmeden pembe ruj, şeftali rengi allıkla yüzümü renklendirdim biraz. Sonbahara uygun bir elbise ve çizme giydikten sonra hızlı adımlarla aşağı indim. Günaydın
İyi uydunuz mu ? Çay içer misiniz ? çerçeveli kısa bir sohbetten sonra dışarıda gri bir gökyüzü ve yağmur kokan bir hava karşıladı beni. Kaldığım otel Sultanahmet’te tarihi evlerle çevrili bir ara sokaktaydı. Sabahın bu erken saatinde kahvaltı edecek bir yeri nereden bulurum derken meydana çıktım. Tramvayları, etrafı güzelleştiren koca koca ağaçları, insanları ve satıcıları izledim bir süre. Az ileride renkli motiflerle süslü tabelasında Otantik yazan bir kafe vardı. İçeride yoğun bir kahve ve sucuk kokusu karşıladı beni. Kokuların sözünü dinleyerek büyük bir bardak sütlü kahve ve sucuklu tost istedim. Bir ara yarın yapacağım sunuma gitti aklım. Konuşmaya nasıl başlayacağımı prova ettim zihnimde.
“ Hepiniz hoşgeldiniz. Bugün sizlerle minyatürler arasında bir yolculuğa çıkacağız. Odak noktamız ise Osmanlı’da, özellikle 18. yüzyılda minyatür olacak.” Heyecanlandım. Ağzımın içi kurudu. Sütlü kahvenin teskin edici tadına başvurdum. İçerisi sabahın bu erken saatine rağmen gürültülüydü. Kuzey Avrupa ülkelerinin birinden geldiği anlaşılan bir turistler yüksek sesle konuşuyor, gülüyorlardı. Bir yandan Joan Baez’in insanın ruhuna işleyen sesi, diğer yanda duvardaki büyük ekran televizyonda ard arda gelen görüntüler ve sesler, oturmama rağmen başımı döndürdü. Ekrana bir daha baktığımda deminki manzara ve insan resimleri gitmiş, yerine görünmez bir el tarafında cama yavaş yavaş çizilen çekik gözlü, donuk bakışlı bir kadının görüntüsü gelmeye başlamıştı. Yarım saat önce otelin duvarında gözleriyle bana sanki Günaydın diyen ya da başka bir şeyler anlatmak isteyen aynı kadın. Ne yapacağımı bilemez halde ayağa kalktım. Televizyona doğru yürüdüm. Garsonlar ve müşterilerden birkaçı dönüp bana baktı. Elimi yavaşça kaldırıp ekrana dokunduğumda
görüntü kayboldu. Boşluğa düşmüş gibi hissettim. Biraz da utandım galiba. Hemen yerime oturup hesabı istedim ki o anda kuş sesleri yankılanmaya başladı kulaklarımda. Çocukluğuma ait seslerdi bunlar. Bülbül ve saka ötüşleri. Garson ihtiyatlı bir şekilde paranın üstünü getirdi. Başımı kaldırdığımda eflatun bir yüz gördüm. Durup yaşadıklarımı değerlendirmeli ya da birilerini aramalıydım belki. Ama yapmadım. Dışarı çıktım. Uçuşan, kahverengi yaprakların arasından Topkapı Sarayına doğru yürümeye başladım. Sultan Ahmet Camii’nin önü her zamanki gibi kalabalıktı.
Saraya giden ağaçlıklı geniş yolda kediler ve turistlerle birlikte yürüdüm. Şiddetini gittikçe arttıran rüzgarı tenimde, saçlarımda hissettim. Hatta Alay Meydanını kedilerinden biri ismimi sayıkladı galiba. “Süheylaa, Süheyla...”
Orta Kapıya yaklaştım ve kısa sayılabilecek bir bekleyişten sonra biletimi aldım ve iki tarafında iki kule bulunan Babüsselam’dan geçtim. Gezime mutfakların bulunduğu sağ taraftan başlayacaktım ki gelen misafirlere yardımcı olmak için konulan tabela çıktı önüme. Sarayın bölümlerini gösteren tabelada bir değişiklik olmuş, bütün oklar yer değiştirmişti. Nereye gideceğimi şaşırdım. Sağ yanda olması gereken Saltanat Arabaları Dairesi sol kısma Divan-ı Hümayün’ün yanına taşınmıştı. Landolar, Kupalar ve Kaleşileri yeniden görebilmek, rengarenk kıyafetlere bürünümş mankenlerin yerleştirildiği arabaların renk ve biçimlerine bakıp o günlere dair hayaller kurmak cazip geldi önce. Sonra Hazine Dairesinin önünde uzayıp giden bir kuyruk gördüm. Yerli yabancı pek çok insan Osmanlı’nın paha biçilmez mücevherlerini izlemek için sıra olmuştu. Zihnimde içerideki eşyaları sayıyor ve saydıklarımı görüyordum adeta. III: Mustafa’nın zırhla kılıcı, eldiveni, Kur’an Mahfazları, IV. Murat’ın fildişi, sedef kakmalı tahtı, şamdanlar ve daha neler neler. İşin ilginç tarafı kemerli kapının girişinde başında fes, üzerinde apoletli bir yelek bulunan kaytan bıyıklı bir adamın elindeki çanı sallayıp bağırmasıydı:
- Ey insanlar ! Dünyaperest olmayın ! Dünyaperest olmayın. Bu mal mülk, mücevherat boştur. İnsanlar yüzüne bile bakmadan gelip geçiyorlardı yanından. Uzaktan, kısa bir anlığına kesişti gözlerimiz. Birbirimizi anladık.
Saraydaki köşkler aşk, tarih ve renklerin birleşimiydi bana göre. Bağdat Köşkünde buldum kendimi. Zarif sütunlu bir revakla kuşatılmuş, kubbesi süsleme şaheseri olan bu köşk Bağdat’ın fethiyle sonuçlanan İran Seferinden sonra yapılmış. Yüzlerce yıl sonra şimdi burada Japon Turistler yerden tavana kadar her yeri kameraya alıyorlar ve durmadan aralarında konuşuyorlar. Sonra köşkün yakınındaki Sultan İbrahim’in yaptırdığı kameriyede soluklandım bir süre. Haliç, martılar, tekneler geçip gitti gözümün önünden. Ve birden herşey sessizliğe gömüldü. Yanımda duran kadını farkettim o anda. Uzun siyah saçlarını başında örgü halinde toplamış, üzerinde altın işlemeli kırmızı bir kaftan var. Beyaz tenli, çekik gözlü ve çok güzel. Hareket etmek istedim; yapamadım. Yalnızca dudaklarımı kıpırdatacak gücü buldum.
- Kimsin sen ? Gözleri uzakta bir noktaya takıldı ve dua etmeye başladı.
- Bütün kapıları açan Allah’ım bizlere de hayırlı kapılar aç. Harem Dairesinin kapısındaki yazı değil mi bu ? Duasının bundan sonraki kısmı bilmediğim, yabancı bir dilde olduğu için bir şey anlamadım. Kadın aniden belirdiği gibi kayboldu. Neydi içimdeki duygu ? Korkuydu. Saf, katıksız korku. Ait olmadığım bir yerde, belli belirsiz düşlerde gezindiğim zamanlarda olduğu gibi.
Hızlı adımlarla Saray’ı terkettim ve otele doğru yürümeye başladım. Sultan Ahmet Camii’nin minareleri sallanıyordu bir o yana bir bu yana. Otele geldiğimde kilitli, kocaman bir kapı karşıladı beni. Aslanbaşı şeklindeki tokmağı üç kere vurdum ve o anda açıldı gözlerim.
Geniş, aydınlık bir odada rahat bir yatakta yatıyorum. Bana benzeyen orta yaşlı bir kadın ve bir doktor var yanıbaşımda. Aralarında fısıldayarak konuşuyorlar.
- Bu seferki uzun sürdü. Kollarımın arasından kaydı gitti.
- Hı hı.
- İğne yapacak mısınız ?
- Evet.
- Masanın üzerindeki bütün çizimler onun. Doktor masaya yaklaşıp teker teker inceliyor onları.
- Yetenekliymiş. Bunlarla uğraşmak sabır ister. Kadının yüzünde acı bir tebessüm beliriyor.
- Bir süre sonra kendini bu odaya hapsetti. Minyatür dünyasında yaşamaya başladı sanki. O küçücük adamların, sarayların... Herşeyin detayına inmeye başlayınca... Sözünü bitiremedi.
Doktor koluma iğneyi batırdıktan sonra, pencereyi açtı.
- Biraz havalansın burası. İğne yaptım. Bir süre uyur. Bir şey olursa beni arayabilirsiniz.
- Sağolun.
Odada yalnız kaldığımda uykuya karşı büyük bir direnç gösteriyorum. Karşıda duran büyük kütüphaneye, onlarca kitaba ve kıpırdayamayan vücüduma gülümsüyorum içtenlikle. Gözlerimi kapatırken duvara bakıyorum. Etrafında bir sürü kuş uçan bir ağaç resmi var.


DUYGU

Makas yavaşça elinden yere, parke zemine düştü. Birden silkelenip kendine geldi. Cansız prova mankenin önünde, diktiği kimbilir kaçıncı elbiseyle karşı karşıyaydı. Mavi şantuktan bir gece elbisesi. Yaklaşık on beş dakikadır, istediği simetriyi bir türlü yakalayamadığı için, sağ etek ucundan mı yoksa sol etek ucundan mı kısaltsam diye düşünüyor, ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Son zamanlarda sıklıkla gördüğü gündüz düşlerinden birine dalmış, nerede olduğuınu unutmuştu. Demir makasın parkede çıkardığı sesle uyandı, prova odasının kahve, kumaş ve lavanta dolu kokusunu çekti içine. Pencereyi açtı. Serin hava, içerideki berjer koltuklara, üçlü kanepeye, kıyafetlere göre sınıflandırılmış patronlara, üst üste özenle katlanmış kumaşlara dokundu, geçip gitti. Rüzgarla birlikte konağın eski tahtaları gıcırdadı, alt katta yatak odasında dolaşan kedi miyavladı ve günün öğle vakti saydam bir mimoza düşü gibi gösterdi yüzünü.
Birazdan elbisenin sahipleri gelecekti. Bu yüzden her zaman müşteri - pardon – misafirlerine sunduğu küçük pizzaları ve sütlü çayı hazırlamaya mutfağa gitti. Semtin en eski pastahanesinden aldığı yeşil zeytinli, peynirli, kıymalı pizzaları kutusundan çıkarıp fırında ısıttı. Sütü dolaptan çıkardı. On dakikadır demlenmekte olan çayın altını kıstı ve yatak odasına makyajını tazelemeye gitti.
Yaklaşık elli yıldır bu konakta oturuyordu. Zaman mevhumunu bir noktadan sonra yitiriyordu insan. Zaman, paltosunu alıp sokak kapısından geçmiş dünyaya onu bir anda götürüveren genç bir adam ya da sallanan koltuğunda anılarını yün yumaklarından berelere, atkılara dönüştüren yaşlı bir kadın olabiliyordu. Bu konakta doğmuş, büyümüş, genç kızlığının ilk heyecanlarını burada yaşamış ve evlenmişti. Evlenmeden önce “Beni yuvamdan ayırma” demişti eşine. O da kabul etmişti. Eş, eşi...
Duvardaki siyah beyaz düğün fotoğrafına takıldı gözleri. Damat eğreti bir gülümsemeyle bakıyordu kameraya. Hep daha fazlasını, mükemmelini isteyen bir adam. “ Bunu giyme, topluluk içinde o bahsi açma, dik yürü, allık sana pek yakışmıyor” ve daha niceleri. Gerçeği, zihindeki düşünceleri yansıtan bir fotoğraf makinası olsa şimdi neye bakıyor olurdum acaba diye düşündü. Dışarıdan kimsenin, hatta aynı evde yaşamalarına rağmen Babasının bile tam olarak anlayamayacağı bir sinir harbi ve gerilimdi yaşadığı. Talat Bey edebiyat öğretmeniydi. Oldukça yakışıklı, girdiği her ortamda farkına varılan bir adam. Farklı konulardan hiç sıkılmadan ve karşısındakini sıkmadan saatlerce konuşabilirdi. Ve, saatlerce sürerdi evlerindeki davetler. Bir oda dolusu insanın içinde kendini yalnız hissederdi çoğu zaman. Yiyecek, içeceklerle ilgilenir, servisin aksamamasına gayret eder, kadınlı, erkekli bir kalabalığın ortasında hararetle konuşan kocasını izlerdi. Kimsenin onu bulamayacağı bir yerde, renk renk kumaşlar ve elbiselerle birlikte olmak isediği anlardı bunlar.
Tarağı koymak üzere çekmeceyi açtığında defteri gördü yeniden. Hatırladı. Özlemle kocasının okuldan dönmesini beklediği o uzun saatlerde kütüphaneden aldığı değişik konulardaki kitapları, dergileri okur, özetlerini çıkarır. Akşam yeni öğrendiği bilgilerle onu şaşırtmak isterdi.
- Talat, Şevket Rado’nun çok ilginç bir yazısını okudum bugün. Kerem ile Hamlet’i karşılaştırıyor. Ya da
- Sultan Abdülaziz’in zırhlı arabaları varmış biliyor musun ? Taa o zamanlarda.
Bütün bu sohbet açma çabaları karşı tarafın ilgisizliği ve dalgınlığı sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanırdı.
- Benden başka herkesle konuşuyorsun demişti bir gün. Aldığı yanıt kısa ve netti.
- Saçmalama.
Sonraları arada duygularını paylaştığı bir arkadaş gibi de olmuştu defter. Açtığı sayfa
1980 yılının bir bahar gününü işaret ediyordu:
Dün akşam bir davetteydik. Nişantaşında lüks bir apartman dairesinde. Yiyecekler felaket. Fransız Mutfağı sevmiyorum . Çok güzel bir kadın vardı. Siyah üzerine beyaz puanlı, kısa, uçışan bir elbise giymiş. Hep beyaz bir tenimin olmasını isterdim...
Elbise modelleri ve faydalı bilgilerle dolu birkaç sayfa sonra bir not düşülmüş:
Nefret... Yazdığı bir şiiri buldum. Siyah elbisende beyaz güvercinler...
Sevdiğim, özlediğim tenindeki bahar çiçekleri... Hemen çöpe attım şiiri. Arasın dursun. Siyahtan nefret ediyorum. Defterin ortalarına doğru yine kağıda dökülen duygular
Uzun zamandır bana dokunmadı. Sonra dün gece tartıştık. Nedeni, arkadaşınıın Almanya’dan getirdiği makinasıyla ölü bir kuşun fotoğrafını çekmem.
- Canlısı dururken nereden buldun bunu ? Hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. Sesimi yükselttim.
- Çünkü bana benziyor tamam mı ? Bana... Zihnimin içinde kediler yürüyor. Ayak izlerini takip ediyorum...
“ Ne şanslısın şekerim. Kocanın cebi değil ama ruhu zengin. Böylesine sakin, beyefendi, kültürlü bir adam”. Bu ve buna benzer sözleri evli kaldıkları yirmi sekiz sene boyunca çevresinden sık duymuştu. Aynaya bakarken yapmacık bir sesle tekrarladı ezberindekileri sonra utandı. Saçlarına son rötüşü verip, allığını tazeledi. Yatağın üzerinde uyuyan kedinin tüylerini okşadı usulca. Kedi yabani, soğuk bir tavırla miyavladı. “Bir türlü sevemedi beni”. Yalnız kaldığı birinci sene almıştı bu siyam kedisini Mısır Çarşısında. Şimdi ikinci senenin içindeydi. Ne kadar yakın davransa, güzel sözlerle çağırsa da kedi o kadar şımarıp uzak duruyor, yaklaştırmıyordu kendine. Bu yönleriyle henüz adını bile koymadığı bu kediyi kocasına benzetiyor sonra yine utanıyordu düşüncelerinden.
Zil sesini duyduğunda yüzündeki sıkıntıyı hemen dağıtıp, neşeli bir hava takındı. Kapıyı açtı. Cemiyetin – artık sosyete deniyordu – tanınmış yüzlerinden bayan C. ve nişanlanmak üzere olan kızı H . Öpüşmeler, hatır sormalar, iltifatlar...
- Si z yukarı çıkın. Ben çayı koyup geliyorum.
- Zahmet ediyorsunuz her seferinde.
- Olur mu ? Siz çıkın. Geliyorum hemen.
Misafirler prova odasına çıktı.
- Annee ! Ya çok güzel olmuş sesleri geldi yukarıdan. Gülümsedi. “Kimsenin elimden alamayacağı bir şey bu”
Hayatı boyunca çalışmamıştı. Aileden kimse sıcak bakmamıştı bu isteğine. Eşi öldükten kısa bir süre sonra bağlanan maaş yetmeyince önce yakın dostlarına sonra onların arkadaşlarına dikiş dikmeye başlamıştı. Çalışmaktan gocunmuyordu. Arada gelenlerin nasıl davranacağını bilmez tavırları olmuyor değildi. Çünkü terzi diye kapıyı açan iyi bir aileden gelmiş, kibar giyimli, güngörmüş bir kadındı. Maddi gücüyle üstünlük taslamaya çalışan olursa da olgunlukla davranıyor, kısa bir süre sonra karşısındakinin saygısını kazanıyordu.
Elinde büyük, gümüş tepsiyle yukarı çıktı. İçeride genç kız hala mankenin üzerindeki elbiseye dokunuyor, onu bir an önce giymek için sabırsızlanıyordu.
- Beğendiğinize sevindim kızım.
- Bu harika bir şey. Ay herkes bayılacak. Anne Başak’ın yüzünü tahmin edebiliyor musun?
Elbise mankenin üzerinden özenle çıkarıldı. H. odanın köşesindeki paravanın arkasında
ivedilikle giyindi. Bu sırada Anne üçüncü gelişi olmasına rağmen, aynı beğeniyle bakıyordu etrafına. Pahalı eşyalar, antikalarla dolu evinde buradaki gibi hissetmiyordu. İçindeki boşluktu bunun nedeni. Kocasından kısa bir süre önce ayrılmış, aldığı yüklü parayla rahat bir yaşantı sürüyordu. Fakat mutluluk bir kez kaybedilince zor yakalanan bir duyguydu.
Kızının paravanın arkasından çıkıp, bir eli belinde duvardaki boy aynasnın karşısında manken gibi yürümeye başladığını görünce mutluluk geri geldi bir anlığına. İki kadın genç kızlıklarını, nişanlarını hatırladılar farklı ruh halleriyle. Bayan C’nin düşünceleri bir kiraz kuşu olup uzun yıllar önce, lüks bir otelin çatısında yapılan o gösterişli törene gitti. Herşey ne kadar mükemmeldi. Babası dönemin popüler caz orkestralarından biriyle anlaşmıştı. Pistin ortasında hızlı dansın ve biraz da içkinin tesiriyle gülme krizine tutulmuş olan kendini gördü. İçi acıdı. Çünkü bir kaç yıl önce kocasının “ Başka biri var” sözlerinin ardından ağlama nöbetine tutulan aynı kişiydi. Karşısında, pencereden denizin mavi dünyasına dalıp giden kadının düşünceleri ise bir kırlangıç kuşuna dönüşmüş, otuz sene öncesine gitmişti. Konak çok daha bakımlıydı o zamanlar. Kısa süren bir erguvan mevsiminde bahçede yapılmıştı nişanı. Uzun, mavi bir elbise dikmişti kendine o gün için. Müstakbel nişanlısının Teyzesi yanına yaklaşmış, usulca kulağına fısıldamıştı:
- Talat’a iyi geleceksim.
Hüzün, yaşlı, mızmız bir bulut gibi çöktü odanın üzerine. Sessizlik uzun sürdü. Boğazdan geçen bir vapurun sesi bozdu bu durgunluğu. Odada yalnızdılar. Kız çoktan giyinmiş, makyajını tazelemek üzere banyoya gitmişti. Bu anı bekliyormuşçasına bayan C. söze başladı.
- Sizinle ortak bir yanımız var.
- Ne gibi ?
- D. Anlatmıştı. Sizin de eşiniz pek rahat durmamış galiba. Gerçi rahmetlik olmuş. Arkasından konuşulmaz ya !
Dudağının sağ kenarının seyirdiğini hissetti. Yıllarca görmezden geldiği ve sonrasında unuttuğunu sandığı bir gerçeği şimdi kendine neredeyse yabancı olan bir kadının ağzından duyuyordu. Toparlandı hemen. Başkalarının yanında duygularını göstermek ayıptı çünkü.
- Yalnış duymuş olacaksınız. Hem dediğiniz gibi rahmetlileri iyilikle yad etmek lazım.
Dertleşmek, yaşadıklarını anlatmak için yer arayan bayan C. bu sözlere bozuldu. Ayağa kalktı. Çantasının içinden para dolu zarfı alıp uzattı.
- Zahmetleriniz için tekrar teşekkür ederim dedi. Kızını aldı ve gitti.
Yeniden yalnız kaldığı ilk dakikalarda derin bir nefes aldı. Sonra nefesini yavaş yavaş verdi. Televizyonda izlemişti bu rahatlama tekniğini. Çay bardaklarını ve pasta tabaklarını mutfağa götürdü. Yıkadı. Özenle kuruladı. Ardından raflara yerleştirdi. Yatak odasına gitti. Elindeki zarfı çekmeceye koydu. Yukarı çıktığında kediyi koltukta uyur buldu. Ortalığı topladı. Paravanın fazla açık bılduğu kanatlarını düzeltti. Sonra yine düzeltti. Kanepeye uzandı. Terliklerini yan yana getirdi. Gözlerini kapattığında hemen rüya görmeye başladı. Rüyasında kocasını damatlık kıyafetiyle bir tepenin üzerinde duruyordu. Yanında yüzü tülle örtülü bir sürü gelin vardı. Teker teker tülleri açtı. Hiçbiri kendi değildi. Gelinler hep bir ağızdan gülmeye başladılar. Ter içinde uyandığında kediyi üzerinde dolaşırken buldu. Hayvan kuyruğunu bacaklarına sürtüyor, sevgi dolu sözler söylüyordu kendi dilinde. İki yıldır beklediği yakınlığı şimdi görüyordu. Ağlamak istedi. Sonra gülmek. Kediyi kucağına aldığında ve açık pencereden aşağı, boşluğa bıraktığında hala gülümsüyordu.