17 Ekim 2010 Pazar

GEÇMİŞTEN


Dün yirmi yıl önce yazdığım bir öyküyü buldum. Adı “İsimsiz Hikâye”. Yazdıktan kısa bir süre sonra Kalamış’a akrabalarımızı ziyarete gitmiştik. İki kardeş birlikte yaşıyordu aile büyüklerimiz. Nevin Teyze ve Necmi Amca. İkisi de hiç evlenmemiş. Annem mutfakta, Nevin teyze ile yemek hazırlarken biz Necmi Amca ile sohbet ederdik. Klâs adamdı. Sabahları şık röpteşambırını giyer, pencerenin kenarında gazete okurdu.
Kore gazisiydi. Savaş yıllarından kalma bir resmi vardı bizde. Hollywood artistlerine benziyordu. 12- 13 yaşlarında karşısına oturur yazar olma hayallerimden bahsederdim ona. Yazdığım hikâyeyi okudu. Beğendi. İsimsiz yerine bir öneride bulunup, başlığın yanına parantez içinde ( Adsız ) yazdı.
Öğle yemeklerine Güzin Teyze de katılırdı bazen. En büyük kardeşleriydi ve yalnız yaşıyordu. O da evlenmemişti. Geçmişten, oturdukları apartmanın eskiden ahşap bir ev olduğu güzel günlerden bahsederlerdi. Ve Annem’in çocukluğundan… Öykünün bir kısmını şimdi burada...

İSİMSİZ HİKAYE

Pencereyi açtı. Tatlı bir sıcaklık benliğini sardı. Sonra birden yan duvardaki karınca yuvasını farkerti. Ne kadar çok karınca var diye düşündü. Birbirleri ardına yuvaya girip çıkıyor, ağızlarındaki yiyecek parçalarını düşürmeden taşımaya çalışıyorlar. Ne karmaşa ! Karşı evin penceresi açıldı. Madam Viyoletta her zamanki gibi sardunyasını suladı. Sadece ikisinin bildiği anlaşılmaz, renkli bir dil ile konuştu onunla. Kim bilir kaç zamandır o evde yalnız başına yaşıyor diye düşündü. Böyle dalmışken Kıvılcım ayaklarına sürtündü. Kendini bildi bileli bir hayvan beslemişti. İlk çocukluğunda Anadolu’da yaşarken kırmızı gözlü iki tavşanı vardı. Sonra sırasıyla kanarya, kaplumbağa ve kedi... Fakat evde geçirdikleri ilk ayın sonunda ölmüştü bütün arkadaşları. Şimdi yetişkin, iş güç sahibi olamayan, huzursuz bir insandı. Ve kedinin evdeki yirmi yedinci günüydü. Dışarı çıktı. Salı pazarı ya, etraf curcuna. Pazarcılar ellerinde kalan son malı satmaya çalışıyorlar. Sokaklar sonu gelmeyen bir labirent gibiydi. Hızla yürüdü. Gölgeler yavaş yavaş büyüyor, hoparlörlerden ikindi ezanı yayılıyordu şehre.


15 Ekim 2010 Cuma

HAYYAM'DAN





Alemin sırlarını ne sen çözebilirsin ne de ben
Bu muamma harfini ne sen anlayabilirsin ne de ben
Perdenin bu tarafında senin benim dedikodularım var
Perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben...

13 Ekim 2010 Çarşamba

OKU, YAZ, HİSSET


Yeni bir kitap geçti elime. Adı "Minare Şehrinin Kadınları". Yazarı Prenses Mirza Rıza Han Arfa. Süheyl Babamın hediyesi... Sahaflardan almış. II. Abdülhamit dönemini- yaklaşık 1900-1908 yılları arasını- kapsıyor ve genç bir kadının gözünden anlatıyor İstanbul'u. Ya da yazarın deyişiyle İslambol'u. Çok dilli, kültürlü bir yer imiş buraları. Kadınların peçelerin arkasından solumaya çalıştığı, Göksu ve Kağıthane'de nispeten rahatlayıp karşı cinsle bakıştığı, hayal gücü ve umutlarıyla mutlu olduğu bir yer... Yazarı hakkında hiç birşey bilinmiyor. Kitap Almancadan çevrilmiş. Almancaya da başka dilden... Dergi, kitap.... Okudukça anlıyorum ne kadar az bildiğimi. Öğrenmek için zaman sınırlı... Yazmak, herşeyin ortasında sihirli, kocaman bir dünya...
Bir sürü konu var kafamda. İzlerken, konuşurken not alıyorum zihnimdeki deftere. Sonra kanepede kahve, müzik ve doğanın sesi eşliğinde harmanlanıyorlar. Karakterlere dönüşüyor ve kendi alemlerinde yaşamaya başlıyorlar. Satırlar arasında, kalemin ucunda ve kalbimde.En çok puslu günleri ve yağmuru sevdiklerini biliyorum. Kulağıma öyle fısıldadılar:) Geceyi Levni'nin bir minyatürü ile bitirelim...