18 Aralık 2011 Pazar

Farkındamısın Alemler Sana Hizmet Ediyor




O, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.”( İbrahim Suresi/34)



Bir an için doğuştan görme engelli bir kişi olduğunuzu varsayın. Bir sabah uyanıp gözkapaklarınızı açtığınızda artık görebildiğinizi fark ediyorsunuz. O ana kadar nasıl şeyler olduğu hakkında en ufak bir fikrinizin bile olmadığı objeleri, bitkileri, hayvanları rahatlıkla görebiliyorsunuz. Doğal olarak, böylesine harikulade güzelliklere gözlerini ilk kez açan bir insan gördüğü şeyler karşısında büyülenir. Bunları tasvir edecek kelimeler bulamaz ve uzun süre kendine gelemez.


Şimdi de kendinize şu soruları sorunuz;

• Her an içinde yaşadığım, nimetlerinden faydalandığım ve alışkanlıktan dolayı bana sıradan gelen bu muhteşem kâinat hakkında yeterince tefekkür ediyor muyum?

• “Kulluk” ve “ibadet” kavramları benim için ne ifade ediyor?

• Her nefes alış verişimin aslında bir dua olduğunu ve bu duamın Yüce Yaratıcı tarafından kabul edilmesi sayesinde nefes alabildiğimi hiç düşünüyor muyum?

• Yaratıcı tarafından bana sunulan maddi-manevi nimetlerin şükrünü hakkıyla eda edebiliyor muyum?



Bu kitap sizi bir yolculuğa davet ediyor. Sayfalar arasında gezinirken günlük hayatın koşuşturması içinde sıradanlaştırdığımız mükemmelliklere olan farkındalığınız artacak. Çevrenize, dünyaya ve kâinata başka bir gözle bakma ihtiyacı hissedeceksiniz.



Kitabın İçinden NİÇİN ŞÜKRETMELİYİZ?

Zerreden Tüm Kâinat’a Her Şey İnsan İçin

Dünyamızın da içinde bulunduğu ve bir Büyük Patlama ile “İlk Atom” içindeki son derece büyük bir enerjinin açığa çıkması sonucu oluştuğu kabul edilen kainatın muhteşem bir sanat eseri olduğu pozitivist-determinist bilim insanları tarafından dahi kabul edilen bir gerçektir. Bu sonsuz kâinat sahnesinde ancak bir nokta kadar yer kaplayan dünyamız da baktığında, gerçekten görmek isteyenler için sonsuz güzellik, çeşitlilik ve mucizelerle doludur. Günlük hayat koşuşturmamız içinde bize sıradan gözüken doğa olayları, canlı ve cansız varlıkların her biri, aslında çok hassas dengeler üzerine ince nakışlarla bezenmiş, eşsiz birer sanat eseridir. Gerçek gözle bakıldığında, insanı hayretlere düşürecek olan tüm bu sanat eserleri, Kerem sahibi Yüce Yaratıcımız tarafından insanoğlunun hizmetine sunulmuştur.
Dünyamız uzay denizinde kendisi için belirlenmiş olan yörüngesinden ve hızından bir an bile sapmadan, güneş sistemi ile birlikte hareket etmektedir. Bu sistemde öylesine hassas dengeler vardır ki binlerce domino taşından oluşan bir sistemden sadece bir taşı çektiğimizde nasıl tüm sistem bozuluyorsa, kâinatta da ayarlanmış hassas dengelerden en ufak bir kısmının çıkartıldığını düşünsek insanoğlunun yaşam koşulları yok olma seviyesine gelir. Başka bir deyişle, Yüce Yaratıcımız bu kâinattan ilgisini, alakasını bir an için bile kesse her şey altüst olur.

Şimdi kâinattaki olmazsa olmaz hassas dengelere bazı örnekler verelim:

• “Evreni oluşturan patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler, ne yıldızlar, ne dünyamız, ne de canlılar oluşurdu.

• Evreni meydana getiren patlama anında eğer daha fazla madde olsaydı evren hemen kapanacaktı. Eğer patlama anında madde daha az olsaydı patlama galaksileri oluşturmadan maddeyi dağıtabilirdi. Görülüyor ki Evreni oluşturan Büyük Patlama, hem şiddeti, hem madde oranı, hem de bunların birbirine göre düzenlenmesiyle Yaratıcımızın bize bir lütfüdür.

• Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir. Bu da canlılığın devamı bir şartıdır.

• Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.

• Canlılığın oluşabilmesi için yıldızlar arası mesafe belli bir büyüklükte olmalıdır. Eğer yıldızlar birbirlerine daha yakın olsaydı çekim gücünün fazlalığı gezegenlerin yörüngelerini bozacaktı. Eğer yıldızlar birbirlerine daha uzak olsaydı süpernovalar tarafından evrene saçılan ağır atomlar çok geniş bir alana yayılacaktı ve yaşam için gerekli atomlar yeterli düzeyde olamayacaktı.

• Dünya’mızda canlılığın oluşabilmesi için galaksimizin belli oranda maddeye sahip olması gerekmektedir. Eğer madde oranı fazla olsaydı Güneş’in yörüngesi değişirdi. Eğer daha az madde olsaydı, Güneş’imiz gibi yeterli zaman yaşayacak bir yıldızın var olması mümkün olmayacaktı. Ayrıca galaksimizin büyüklüğü, şekli ve başka galaksilere uzaklığı da canlılığın oluşması için çok önemlidir.

• Jüpiter gezegeninin büyüklüğü ve mesafesi de Dünya’mızdaki canlılığı mümkün kılan koşullardan biridir. Eğer Jüpiter şu andaki yerinde ve büyüklüğünde olmasaydı, Dünya’mız meteor yağmurlarına karşı bu kadar güvenli olmazdı. Ayrıca mevcut yörüngemiz de değişirdi. Bu iki durum da canlılık için ayarlanmış çok özel koşulları bozardı.

• Dünya’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan bir soğuk ve buzullarla karşı karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık yeryüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.

• Dünya’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metan oranının artması gibi durumlar yeryüzünün canlılığa elverişli bir ortam olmasını engellerdi. Eğer Dünya’mızın çekimi daha az olsaydı atmosfer çok su kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.

• Suyun reaksiyon kabiliyeti de canlılığın diğer şartlarından biridir. Su ne bazı asitler gibi parçalayıcı özellikler gösterir, ne de argon gibi hiçbir reaksiyona girmeden durur. Suyun akışkanlık değeri, suyun katı halinin sıvı halinden daha hafif olması da yeryüzündeki canlılığa büyük katkıda bulunur.”

Allah’ın kâinatı ne kadar hassas dengeler üzerine yarattığına dair bunlardan başka milyonlarca daha örnek sıralamak mümkün. Ancak, bu kadarı bile Rabbimizin sanatındaki kusursuzluğu gözler önüne sermek için yeterlidir. Böylesine dengeleri çok ince hesaplarla kurup, yeryüzünü insanoğlunun yaşamasına elverişli bir hale getiren Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
Kâinatın tamamını oluşturan atomik parçacıkların her biri arasındaki sıkı ilişkilerde öylesine harika bir nizam vardır ki artık (önyargısız) bilim insanlarının da kabul ettiği üzere burada tesadüflere yer yoktur. Bir zerrenin yapısı tüm kâinatın yapısından daha az karmaşık ve daha az mükemmel değildir. Her şey, her zaman ve mekân boyutunda olması gerektiği gibi olmuş ve canlı cansız her varlık insanoğluna hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. “Maddede sürekli bir dönüşüm hali vardır. Nehirler kayalara, kayalar toprağa, toprak bitkilere, bitkiler hayvanlara ve hepsi birlikte insana dönüşür tarzda bir işleyiş söz konusudur.” Öyle ki, bir sodyum elementini işaretleyerek takip etme imkânımız olsa, bu elementin belirli bir süre içinde tüm dünyayı dolaştığını görebiliriz.
Tüm minareler, sürekli olarak yer değiştirmekte ve bunları oluşturan zerrelerde de süratli bir şekilde değişimler, bir halden başka bir hale geçişler gözlemlenmektedir. Şu anda karşımızda sabitmiş gibi gördüğümüz masanın, sandalyenin, arabamızın, evimizin arka planındaki gerçek budur. Bugün bir bitkide bulunan mineraller yarın bir hayvanın bedenine ve oradan da bir insan bedenine geçebilmektedir.
Her şey her şey ile ilintilidir. Bir tozun havada uçuşması, bir kuş tüyünün rüzgârla savruluşu gibi sıradan gözüken olaylar bile derinlemesine incelendiğinde ciltler dolusu kitaplara kaynak teşkil edebilirler. Modern bilim Kelebek Etkisi adlı bir tabirle çok küçük olayların çok büyük olaylara yol açabileceği gerçeğini gündeme getirmiştir. Kâinatta, yaklaşık olarak beş yüz milyon yıldız kümesi ve her kümede ortalama yüz milyar yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Sonsuz kâinat içinde, 510 milyon km2’lik karasal, 361 milyon
km2’lik sularla kaplı alana kaplı bu yerkürede bir nokta kadar bile yer kaplamıyoruz. Düşüncesi bile insanı ürperten bu gerçek karşısında, okumak isteyenler için kâinat kitabının her sayfasında, her satırında, her
kelimesinde, noktasından virgülüne Allah’ın birliğine ve sıfatlarına şahitlik eden mühürler vardır. Marifetullah (Allah’ı bilme ve tanıma), Muhabbetullah (kullarını çok seven Allah’ı sevme) ve ibadet için yaratılmış olan ve kendisine sonsuz nimetler verilmiş olan insanoğlunun bu asli görevini unutarak geçici dünya zevklerine dalması ne büyük bir dalalet, gaflet ve nankörlüktür Mikro kozmostan makro kozmosa yaratılmış her zerre görevini ifa ederken insanoğlunun yan gelip sefa sürmesi elbette karşılıksız kalmayacaktır. Allah-u Teala, Yüce Kitabında bu gerçeği, “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” ayetiyle ifade etmektedir.
Tüm bu gerçekler göz önüne alındığında, “ İnsan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.” sonucunu çıkartmak son derece yerinde olur. Böylesine hassas dengelerle ayarlanmış, eşsiz güzelliklerle donatılmış ve süslenmiş bu harikulade dünya sarayına, sadece imtihan için geçici bir süreliğine geldiğimizi ve gerçek dünyanın (ahiret) ancak bu geçici meydanda yapacağımız olumlu, hayırlı ameller ile kazanılabileceği gerçeğini unutarak sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi sadece geçici maddi dünya zevklerimizi tatmin için çalışmamız elbette bir cezayı gerektirir? “Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, aziz ve hakim olan Allah’ı tesbih eder.” gerçeğinin ışığı altında kainatta, bizim için yaratılmış her bir zerre görevlerini eksiksiz yerine getirip hal dilleriyle Allah’ı zikrederek, adeta “Bismillah” derken biz kulların sorumluluğumuzu unutup zevk-ü sefa içine dalmamız hoş karşılanamaz.
Soframıza nimet olarak gelen bir elmanın oluşabilmesi için tüm kâinat çok hassas çalışan bir fabrika gibi seferber olur. Güneş, rüzgâr, yağmur, toprak bir arada, el birliğiyle, bıkmadan usanmadan, hiç bir karşılık beklemeden bizim o elmayı mideye indirebilmemiz için çalışırlar. O elma çekirdeğinin büyüyüp olgunlaşarak bir elma haline gelebilmesi, bugün bilgisayarlar ile bile kavranması zor olan son derece hassas ve birbirine bağlı kanunların aynı amaç(elmanın olgunlaşması) için çalışmasına bağlıdır. Güneş, rüzgâr, hava, yağmur, toprak hepside kendilerine yüklenen görevi, gerektiği şekil ve zamanda eksiksiz yerine getirerek, elbirliğiyle, elmayı bizlerin damak zevkine uygun hale getirirler.
Bu kanunların (birlikte) çalışmasındaki en ufak bir aksaklık bile elmanın oluşumunu imkânsız kılar. Dolayısıyla, bu meyvenin oluşumunda rol oynayan hiçbir kanun, “bana ne insanın elma yemesinden, görevimi yapmayacağım” demez ve işlevini eksiksiz yerine getirir. Elmanın içerdiği vitaminler sağlığımıza büyük fayda sağlarken, lezzeti damak zevkimize, renkli görüntüsü göz zevkimize, hoş kokusu ise burun zevkimize hitap eder. Tek yapmamız gereken şey o elmayı dalından koparıp yemektir. O elmanın yiyebileceğimiz hale gelinceye kadar geçirdiği serüveni, aşamaları hiç düşünmeyiz. Peki, hiç kendimize soruyor muyuz; Bizim damak zevkimiz, sağlığımız için yaratılmış bir elmayı oluşturan tüm kanunlar ve
zerreler sorumluluklarını eksiksiz yerine getirip çalışırken, ben onlar kadar olabiliyor muyum? Bu elmanın şükrünü hakkıyla eda edebiliyor muyum?
Sonuç olarak, “Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir.” Kâinat bütün heyetiyle insana hizmet ediyor denilse doğrudur. Portakalı dalından koparır yeriz. Koyun, keçi, inek gibi hayvanların etlerinden, sütlerinden, derilerinden ve güçlerinden faydalanırız.. Güneşin ısısından, rüzgârın gücünden, yağmurun suyundan, ağacın gölgesinden, denizin nimetlerinden istifade ederiz. Hiç biri de bize itiraz edip “benden faydalanamazsın” demezler.
Öyleyse bizler de niçin yaratıldığımızı, asli görevimizi unutmamalı ve bu geçici dünya hayatını baş tacı yaparak ahiret yurdunu görmezden gelmemeliyiz. Aksi takdirde, bizden daha alt seviyede olan nebatat, hayvanat ve cansız varlıklar, her zerresiyle Allah’ın kendilerine verdiği görevi kusursuz yerine getirirken, Rabbimizin, dünyada halife olma şerefini bahşettiği biz insanlar kulluk görevimizi unutarak zevk-i sefaya dalarsak, maruz kalacağımız cezadan hiç ama hiç şikâyetçi olmaya hakkımız yoktur.


http://www.netkitap.com/kitap-farkindamisin-alemler-sana-hizmet-ediyor-ilhan-basaran-cinius-yayinlari.htm

25 Ekim 2011 Salı

ESKİDEN



Sıkıntılarımın buharlaştığı, kokular ve renklerin etkisiyle bambaşka dünyalara gittiğim bir yerdi Babamın küçük aktar dükkânı. Lal rengi bir tabelada simli harflerle İstanbul yazıyordu ve bu isim kısırlıktan kansızlığa, sivilceden kekemeliğe onlarca derde deva arayanları kendine çekiyordu. Özellikle de kadınları…
Eşikten adımlarını attıkları andan itibaren sıkılgan, tedirgin hallerini bir kenara bırakır raftaki kavanozlara dikkatle bakarlardı. Babam tezgâhın arkasında, Annemin ölümünden sonra kaybettiği sesini yeniden bulur, hevesle otların faydalarını anlatırdı gelenlere. Dükkândan dışarı adımını attığında omuzları çökük, konuşmaya üşenen o yaşlı adama dönüşürdü yeniden.
Mısır Çarşısında toptancıdan mal almaya gittiğinde yerine ben bakardım. Hediyem Arabistan’dan gelen sürme, işlemeli ayna ya da tarak olurdu. Dilsizdi akşamlar. Babam kimi zaman cam kâse içinde ertesi gün için karışımlar hazırlar; kimi zamanda uykunun meçhul topraklarına sığınırdı erkenden. Cam kenarında oturup radyoda ince saz, Paris şarkıları dinlerdim ben de. En sevdiğim dans müziği saatiydi. Gece on birde başlayan program yirmi dakikalığına güneş tarlalarına götürürdü beni. Kanatlandırırdı.
Perdeyi aralardım. Cevahir’i görürdüm karşı kaldırımda. İçkiden bulutlanmış lacivert gözlerini pencereye diker, bıkıp usanmadan perdeyi aralayacağım anı beklerdi. Çünkü güzeldim. On dört yaşında Annemin çekmecedeki bir fotoğrafını bulunca anladım bunu. Çekik gözleri, uzun siyah saçları ile edalı bir Çerkez kadını... Elimde fotoğraf aynaya baktım. O kadın bendim. Kendine daha fazla güvenen, güçlü biri yapmadı bu farkındalık beni. Aksine kuytulara saklandım. Rahatsız edilmekten, alışık olduğum düzenden koparılıp uzaklaşmaktan hep korktum.
Bu duygunun başlıca nedenlerinden biri de Deli Emineydi. Eyüp’te yaşlı Annesiyle yaşarmış Emine. Semtin en güzel kızıymış. İsteyeni çok olmuş ama hiç birine gönlü düşmemiş. Sonra bir deniz subayıyla tanışmış, evlenmişler. Mutlu mesut yaşarken bir akşam kaçırmışlar onu. Bir hafta ortalarda gözükmemiş. Geri döndüğünde ağzı burnu kan içinde, kendini bilmez haldeymiş. Şefkate, ilgiye en ihtiyacı olduğu zaman eşi terk etmiş. Annesi de kısa bir süre sonra ölünce, aklını yitirmiş. Oturdukları evi yakmış, sokaklara vurmuş kendini. Sokakların kızı derlerdi ona. Tanıdık bir yüz görünce, elleri iki yanına yapışık, koşarak gelir; parmaklarıyla sigara işareti yapardı. Aldığı sigarayı içmeden yere atar, ayakkabısıyla ezerdi birilerinden intikam almak istermişçesine. Emine’yi her gördüğümde yolumu değiştirirdim. Güzelliğin bir lanet olduğunu anımsatırdı bana.

28 Ağustos 2011 Pazar


Hatırlıyorum… Geçmişin kemikli parmakları geziniyor bedenimde. Doğduğum ev, kadim zamanlardan kalan üç mezarın bulunduğu bahçemiz geliyor aklıma. Eyüp’ün üç evliyasına ait olduğunu söylemişti Babam mezarların. İstanbul’un bolluk, saltanat ve selviler şehri olduğu devirlerde yaşamışlar. Semtin banileriymiş. Ölüm vakur, soylu bir anlam kazanmıştı gözümde.

O günleri sık düşünür oldum. Yaşım on dört on beş… Elim poşetlerle dolu, eve doğru yürüyorum. Çamurlu, engebeli yollar. Arnavut kaldırımı döşenecekmiş diyorlar; bekliyoruz. Kahvehanenin önünden geçiyorum başım yerde. Biliyorum. Cevahir yine beni izliyor. Parmakları usulca geziniyor yeşil çuhalı masada. Sonra yeniden bakıyorum içimdeki hayata. Genzimi yakan kömür kokusu garip bir aidiyet hissi veriyor. Balkonlardan sarkan sakız sardunyalar, sokakta tahta kılıçlarıyla düşlerindeki filmi canlandıran çocuklar, fakirliğin devasa kanatlarıyla üzerine çöreklendiği bir mahalle… Gözlerim oyuncakçı Artin’in küçük, renkli dükkanına takılıyor. Hacıyatmazlar, ahşap araba ve sandallar gülümsüyor vitrinde. Kasabın oğlu Sadullah önümde bitiveriyor. Sağ avucu kapalı. Çatık kaşlı, çok bilmiş bir tombalak.
“Nehir Ablaa! Baak!” Avucunu açıyor. Kocaman bir çağanoz ölüsü sakladığı. Kıskaçlarından biri kopmuş.
“Öff! Yürü git Sadullah”
Şimdi de evdeyim. İki katlı, tahtaları iyice karamış, hayata güç bela direnen bir yer evimiz. Sobayı yakıyorum. Çamaşırları alıyorum ipten. Rutubetten tam da kurumamışlar ya. Ortalığa saçılan dergileri, kitapları toparlıyorum. Lise iki terk… Babamın hastalandığı kış uzun süre gidemedim okula. Zaten sonra dar geldi o duvarlar. Sırada otururken gökyüzüne bakardım hep. Göç mevsimindeki kuşları izlerdim kimi zaman. Ve kimi zaman sadece hayal kurardım. Okuduğum romanların geçtiği devirleri düşünür, orta çağda Avrupa’da bir ülkede yaşamanın, hiç tanımadığım birine aşık olmanın, yolcu gemileriyle yapılan macera dolu seyahatlerin düşünü asık suratlı öğretmenlerin anlattıklarına yeğlerdim. Zilin sesiyle korku aniden kapımı çalar, çöreklenirdi yüreğime. Bir gün yaşadığım yerlerden uzaklaşırsam kaybolacağımı hissederdim.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Bazen



Cılız atının sırtında yeldeğirmenlerine saldıran Don Kişot gelirdi aklıma onu dinlerken. Sessizce Pierre Loti’de oturduğumuz anları severdim en çok. Ard arda içtiği sigaraların dumanı sarmalardı yüzünü. Şeytan tırnaklarını kanırtır, cebinde her daim bulunan kumaş mendile silerdi. Daha önce duymadığım kelimeler kullanırdı. Alengirli derdi, ikircikli ya da umarsız derdi yeri geldiğinde. Zihnime yazardım bu sözleri, ezberlerdim. Bıyıklı Teyzeyi görürdük kimi zaman. Dudağının hemen üzerinde siyaha çalan tüylerden dolayı takmıştık bu adı ona. İvedi adımlarla Özgür’ün yanına gidip sigara isterdi. Hırpani kılığı, siyah başörtüsü, görünümüne ters bakımlı, ojeli tırnakları vardı. Kahvehaneden yükselen taş plağın sesi duyulurdu bazen. Zamanın milyonlarca küçük parçaya bölündüğü anlardı bunlar. Çınar ağacından bir yaprak düşerdi saçlarıma. Yeşil, uzun vücutlu bir peygamber devesi duyargalarını öne arkaya hareket ettirip kıpırdamadan uzaktaki bir noktaya bakardı masanın üzerinde. Az ileride kızını azarlayan bir Annenin cümlesi hecelere bölünürdü. Ye- ter- ar- tık-ka-pa-çe-ne-ni. Ve fincanda yaşayan kahverengi insanlar, kahverengi yollara düşer, üç vakte kadar başlarına konacak talih kuşunu beklerlerdi. Hayat bu küçük anlardan ibaretti belki de.

16 Temmuz 2011 Cumartesi



TETRA
Çok uzaktayım. Denize yüz metre uzaklıkta iki katlı kagir bir ev var. Mevsim kış. Hava kuru ayaz... Sahildeki kurumuş, keçi boynuzu rengindeki yosunlar bir adam boyu olup sarmış evin her yanını. Üst katta yalnız başına oturan yaşlı bir kadın var ve durmadan denizle konuşuyor ağzında tükürük kalmayıncaya dek. Kimi zaman sesleniyor, kimi zaman küfür ediyor. Sonra deniz yükselmeye başlıyor. Belki yetmiş seksen metre oluyor boyu. Rengi koyu yeşil... Ve karadaki bütün evleri, yolları, her şeyi kaplıyor. Kadın artık suskun. Üst kattaki penceresinden sonsuz bir dinginlikle izliyor olup bitenleri. Birkaç saniye sonra dünyanın en büyük balinası ağır hareketlerle, kuyruğunu bir o yana bir bu yana sallayarak denizin içinden çıkıp geliverince bile şaşırmıyor. Balina kuyruğuyla evin alt katındaki pencerelere şöyle bir usulca ve insanca dokunuyor. Ben balinanın üzerinde, tam kafasının üzerindeyim ve sımsıkı tutunuyorum ona. Denizin en karanlık ve mavi bizi çağırmaya başlayınca bir şeyler söylüyorum. Kadın, balina ve ben kaybolup gidiyoruz derinliklerde.














Yağmur yağıyor ve kırlangıçlar S şeklinde uçuyor gökyüzünde. Cudi dağının tepesindeyim. Hiçbir şeyi kaybetmek istemiyorum diye bağırıyorum. Nedensiz.... Öylesine.... Sesim boşlukta yankılanıyor ve bana yabancılaşıyor. Kullandığım araba binanın dördüncü katına girdiği ve aniden her yeri su bastığı için arabada sıkışıp ölmüşüm. Sonra işte bu dağın tepesine koymuşlar beni. Bekliyorum. Kumral saçlarım sarıya, altımdaki kot pantolon çiçekli uzun bir eteğe dönüşmüş. Dağ, geniş orasından burasından dumanlar tüten bir ovaya bakıyor. Dumanların sıcak su kaynaklarına ait olduklarını düşünüyorum.. Uzakta bir köy var. Bir sürü çocuk toplanmış oynuyor, dans ediyor köy meydanında. Eşeğinin tepesinde yaşlı, sakallı bir adam çıkıyor bu topluluğun arasından ve ağır aksak dağa doğru gelmeye başlıyor. Tedirginlik hissediyorum ve kaçırıyorum bakışlarımı ondan . Gökyüzüne bakıp, bir kırlangıç olmayı diliyorum. Sonra havada, boşluğun içinden bir kapı açılıyor. Siyah beyaz eski İstanbul sokaklarından biri var kapının ardında. Yapraklar sokağın bir tarafından diğerine uçuşuyor. Yarı canlı yarı cansız bir resim bu. Elimi uzatıyorum. Kapı kapanıyor. En son bir serçe olarak gördüm kendimi. Şehrin üzerinde, televizyon istasyonlarının, okulların, gökdelenlerin, teleferiklerin üzerinde süzülüyor ve ‘My Way’i söylüyordum . Büyük Çekmece gölü çıktı karşıma bu kısa yolculuktan sonra. Geç kaldın diye seslendi bana göl. Hızla aşağı doğru uçarken Napoleon’u gördüm gölün kenarında. Piknik yapıyordu. Yapraklar uçuşuyordu üzerine doğru Yönümü değiştirip şapkasına kondum. Ne dağ ne göl ne de çocuklar yoktu artık.

TRİ
Kelebekleri düşünüyorum. Aşı boyalı bir köşkün merdivenlerinden kol kola aşağı iniyorlar. Bahçeye çıktıklarında ışık toplarına dönüşüyorlar hızla. Mavi renkli bir odada seni görüyorum sonra. “Sema üzerine şiirler yazıyorum ama kimse okumuyor” diyorsun iç sesinle. Koşarak deniz kenarına iskeleye doğru gidiyorum. Birazdan vapur gelecek ve ben evime gideceğim. Yol boyunca karşı karşıya sıralanmış sokak lambaları teker teker yanıyor ben koşarken. Florasan ışığı acıtıyor gözlerimi. Biri hep beni izliyor sanki. Yakalanmamalıyım. İskeleye vardığımda şehir hatları vapurunu yanaşmış buluyorum. İnsanlar yığınlar halinde biniyorlar vapura. Donup kalıyorum. Ne kadar istesemde kıpırdatamıyorum ayaklarımı.
Sesler ve görüntüler bulanıklaşıyor. Kuğu boyunlu, vahşi at hayaletleri sarıyor etrafımı. Birinin yelesine tutunsam gözlerim açılacak belki, kurtulacağım. Çocukken en çok istediğim bir midillimin olmasıydı. Yelesine tutunduğum anda dağları ardımda bırakacaktım. Hepsi geçti şimdi. Rüzgar ve bulutlar bambaşka şarkılar söylüyorlar.

12 Temmuz 2011 Salı


Yazın ortasında sıcak bir gün. Gittikçe alazlanan, tenimin, düşüncelerimin içine sızıp zihnimi bulandırmaya çalışan lodos. Bahçekapıda Borsa Lokantasındayız. Pertev Ol iki dirhem bir çekirdek karşımda oturuyor. İki hafta önceki huzursuz halinden eser yok. Sürekli anlatıyor. Piyano öğretmeni Matmazel Jan canlanıyor gözümde. Yalının önünden denize atlayan iki kardeş, sandaldan balık tutma maceraları… Ablası hiç evlenmemiş. “Bilerek, isteyerek tercih etti bunu. Talipleri oldu aslında.” Anne Baba birkaç yıl önce ardarda ölünce işin başına Pertev Ol geçiyor. “İhracattı değil mi?” Gülümsüyor. “Evet. O tür şeyler.” Mualla Abla haklı. Mavi renk gözleri, açık renk saçlarıyla gerçekten Gary Cooper’a benziyor. “Keşke onu sevebilsem” diyorum içimden. Sevgi uzak bir ülkedeki ulaşılmaz bir hayal olarak canlanıyor.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

5 Ocak 2011 Çarşamba


Bak yine buluştuk
Yalnız kalmış sözlerle
Taş düşmesi gibi,
Otlar gibi, sert taneli
ve zaman gibi işte.

Paul Celan

Göl kenarındayım. Yanı başımda duran peynirli simit ve çay günün ilk öğünü... Şehir yavaş yavaş uyanıyor. Balıkçı lokantaları kapalı... Bir iki saat sonra açılırlar. Izgara balık kokusu yayılır sahile. Ben yine burada olurum. Üzerinde çalıştığım romanı bitirmem lazım. Yayınevi geçen gün aradı. İki haftam var. Üç kişilikli bir kadını anlattım kitapta. Genlerinden getirdiği acı mirası bir ömür boyu yamalı bir elbise gibi taşıyan Jeyan Hanım’ın hikâyesi… Umarım beğenilir. Göl durgun. Hava puslu. Devasa, barışçıl bir Leviathan çıkıyor hayalimde suyun içinden. (Art alan bilgisi: Loch Ness) Ya da yolunu şaşırmış bir vapur yeryüzünün en eski melodisini ıslıkla çalarak geliyor bana doğru. Hayal gücümü seviyorum. Ve bu ıssız, yalnız anı da…

4 Ocak 2011 Salı

DÜŞLER


MONO *
Yağmur yağıyor ve kırlangıçlar S şeklinde uçuyor gökyüzünde. Cudi dağının tepesindeyim. Hiçbir şeyi kaybetmek istemiyorum diye bağırıyorum. Nedensiz.... Öylesine.... Sesim boşlukta yankılanıyor ve bana yabancılaşıyor. Kullandığım araba binanın dördüncü katına girdiği ve aniden her yeri su bastığı için arabada sıkışıp ölmüşüm. Sonra işte bu dağın tepesine koymuşlar beni. Bekliyorum. Kumral saçlarım sarıya, altımdaki kot pantolon çiçekli uzun bir eteğe dönüşmüş. Dağ, geniş orasından burasından dumanlar tüten bir ovaya bakıyor. Dumanların sıcak su kaynaklarına ait olduklarını düşünüyorum. Uzakta bir köy var. Bir sürü çocuk toplanmış oynuyor, dans ediyor köy meydanında. Eşeğinin tepesinde yaşlı, sakallı bir adam çıkıyor bu topluluğun arasından ve ağır aksak dağa doğru gelmeye başlıyor. Elinde bir bıçak... Tedirginlik hissediyorum ve kaçırıyorum bakışlarımı ondan . Gökyüzüne bakıp, bir kırlangıç olmayı diliyorum. Havada, boşluğun içinden bir kapı açılıyor. Siyah beyaz eski İstanbul sokaklarından biri var kapının ardında. Yapraklar sokağın bir tarafından diğerine uçuşuyor. Yarı canlı yarı cansız bir resim bu. Elimi uzatıyorum. Kapı kapanıyor. En son bir serçe olarak görüyorum kendimi. Şehrin üzerinde, televizyon istasyonlarının, okulların, gökdelenlerin, teleferiklerin üzerinde süzülüyor ve ‘My Way’i söylüyorum . Büyük Çekmece gölü çıkıyor karşıma bu kısa yolculuktan sonra. Nevin geç kaldın ! diye sesleniyor bana göl. Hızla aşağı doğru uçarken Napoleon’u görüyorum gölün kenarında. Piknik yapıyor. Yapraklar uçuşuyor üzerine. Yönümü değiştirip şapkasına konuyorum. Ne dağ ne göl ne de çocuklar yok artık.

*Bir