28 Ağustos 2011 Pazar


Hatırlıyorum… Geçmişin kemikli parmakları geziniyor bedenimde. Doğduğum ev, kadim zamanlardan kalan üç mezarın bulunduğu bahçemiz geliyor aklıma. Eyüp’ün üç evliyasına ait olduğunu söylemişti Babam mezarların. İstanbul’un bolluk, saltanat ve selviler şehri olduğu devirlerde yaşamışlar. Semtin banileriymiş. Ölüm vakur, soylu bir anlam kazanmıştı gözümde.

O günleri sık düşünür oldum. Yaşım on dört on beş… Elim poşetlerle dolu, eve doğru yürüyorum. Çamurlu, engebeli yollar. Arnavut kaldırımı döşenecekmiş diyorlar; bekliyoruz. Kahvehanenin önünden geçiyorum başım yerde. Biliyorum. Cevahir yine beni izliyor. Parmakları usulca geziniyor yeşil çuhalı masada. Sonra yeniden bakıyorum içimdeki hayata. Genzimi yakan kömür kokusu garip bir aidiyet hissi veriyor. Balkonlardan sarkan sakız sardunyalar, sokakta tahta kılıçlarıyla düşlerindeki filmi canlandıran çocuklar, fakirliğin devasa kanatlarıyla üzerine çöreklendiği bir mahalle… Gözlerim oyuncakçı Artin’in küçük, renkli dükkanına takılıyor. Hacıyatmazlar, ahşap araba ve sandallar gülümsüyor vitrinde. Kasabın oğlu Sadullah önümde bitiveriyor. Sağ avucu kapalı. Çatık kaşlı, çok bilmiş bir tombalak.
“Nehir Ablaa! Baak!” Avucunu açıyor. Kocaman bir çağanoz ölüsü sakladığı. Kıskaçlarından biri kopmuş.
“Öff! Yürü git Sadullah”
Şimdi de evdeyim. İki katlı, tahtaları iyice karamış, hayata güç bela direnen bir yer evimiz. Sobayı yakıyorum. Çamaşırları alıyorum ipten. Rutubetten tam da kurumamışlar ya. Ortalığa saçılan dergileri, kitapları toparlıyorum. Lise iki terk… Babamın hastalandığı kış uzun süre gidemedim okula. Zaten sonra dar geldi o duvarlar. Sırada otururken gökyüzüne bakardım hep. Göç mevsimindeki kuşları izlerdim kimi zaman. Ve kimi zaman sadece hayal kurardım. Okuduğum romanların geçtiği devirleri düşünür, orta çağda Avrupa’da bir ülkede yaşamanın, hiç tanımadığım birine aşık olmanın, yolcu gemileriyle yapılan macera dolu seyahatlerin düşünü asık suratlı öğretmenlerin anlattıklarına yeğlerdim. Zilin sesiyle korku aniden kapımı çalar, çöreklenirdi yüreğime. Bir gün yaşadığım yerlerden uzaklaşırsam kaybolacağımı hissederdim.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Bazen



Cılız atının sırtında yeldeğirmenlerine saldıran Don Kişot gelirdi aklıma onu dinlerken. Sessizce Pierre Loti’de oturduğumuz anları severdim en çok. Ard arda içtiği sigaraların dumanı sarmalardı yüzünü. Şeytan tırnaklarını kanırtır, cebinde her daim bulunan kumaş mendile silerdi. Daha önce duymadığım kelimeler kullanırdı. Alengirli derdi, ikircikli ya da umarsız derdi yeri geldiğinde. Zihnime yazardım bu sözleri, ezberlerdim. Bıyıklı Teyzeyi görürdük kimi zaman. Dudağının hemen üzerinde siyaha çalan tüylerden dolayı takmıştık bu adı ona. İvedi adımlarla Özgür’ün yanına gidip sigara isterdi. Hırpani kılığı, siyah başörtüsü, görünümüne ters bakımlı, ojeli tırnakları vardı. Kahvehaneden yükselen taş plağın sesi duyulurdu bazen. Zamanın milyonlarca küçük parçaya bölündüğü anlardı bunlar. Çınar ağacından bir yaprak düşerdi saçlarıma. Yeşil, uzun vücutlu bir peygamber devesi duyargalarını öne arkaya hareket ettirip kıpırdamadan uzaktaki bir noktaya bakardı masanın üzerinde. Az ileride kızını azarlayan bir Annenin cümlesi hecelere bölünürdü. Ye- ter- ar- tık-ka-pa-çe-ne-ni. Ve fincanda yaşayan kahverengi insanlar, kahverengi yollara düşer, üç vakte kadar başlarına konacak talih kuşunu beklerlerdi. Hayat bu küçük anlardan ibaretti belki de.