3 Ağustos 2011 Çarşamba

Bazen



Cılız atının sırtında yeldeğirmenlerine saldıran Don Kişot gelirdi aklıma onu dinlerken. Sessizce Pierre Loti’de oturduğumuz anları severdim en çok. Ard arda içtiği sigaraların dumanı sarmalardı yüzünü. Şeytan tırnaklarını kanırtır, cebinde her daim bulunan kumaş mendile silerdi. Daha önce duymadığım kelimeler kullanırdı. Alengirli derdi, ikircikli ya da umarsız derdi yeri geldiğinde. Zihnime yazardım bu sözleri, ezberlerdim. Bıyıklı Teyzeyi görürdük kimi zaman. Dudağının hemen üzerinde siyaha çalan tüylerden dolayı takmıştık bu adı ona. İvedi adımlarla Özgür’ün yanına gidip sigara isterdi. Hırpani kılığı, siyah başörtüsü, görünümüne ters bakımlı, ojeli tırnakları vardı. Kahvehaneden yükselen taş plağın sesi duyulurdu bazen. Zamanın milyonlarca küçük parçaya bölündüğü anlardı bunlar. Çınar ağacından bir yaprak düşerdi saçlarıma. Yeşil, uzun vücutlu bir peygamber devesi duyargalarını öne arkaya hareket ettirip kıpırdamadan uzaktaki bir noktaya bakardı masanın üzerinde. Az ileride kızını azarlayan bir Annenin cümlesi hecelere bölünürdü. Ye- ter- ar- tık-ka-pa-çe-ne-ni. Ve fincanda yaşayan kahverengi insanlar, kahverengi yollara düşer, üç vakte kadar başlarına konacak talih kuşunu beklerlerdi. Hayat bu küçük anlardan ibaretti belki de.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder