25 Ekim 2011 Salı

ESKİDEN



Sıkıntılarımın buharlaştığı, kokular ve renklerin etkisiyle bambaşka dünyalara gittiğim bir yerdi Babamın küçük aktar dükkânı. Lal rengi bir tabelada simli harflerle İstanbul yazıyordu ve bu isim kısırlıktan kansızlığa, sivilceden kekemeliğe onlarca derde deva arayanları kendine çekiyordu. Özellikle de kadınları…
Eşikten adımlarını attıkları andan itibaren sıkılgan, tedirgin hallerini bir kenara bırakır raftaki kavanozlara dikkatle bakarlardı. Babam tezgâhın arkasında, Annemin ölümünden sonra kaybettiği sesini yeniden bulur, hevesle otların faydalarını anlatırdı gelenlere. Dükkândan dışarı adımını attığında omuzları çökük, konuşmaya üşenen o yaşlı adama dönüşürdü yeniden.
Mısır Çarşısında toptancıdan mal almaya gittiğinde yerine ben bakardım. Hediyem Arabistan’dan gelen sürme, işlemeli ayna ya da tarak olurdu. Dilsizdi akşamlar. Babam kimi zaman cam kâse içinde ertesi gün için karışımlar hazırlar; kimi zamanda uykunun meçhul topraklarına sığınırdı erkenden. Cam kenarında oturup radyoda ince saz, Paris şarkıları dinlerdim ben de. En sevdiğim dans müziği saatiydi. Gece on birde başlayan program yirmi dakikalığına güneş tarlalarına götürürdü beni. Kanatlandırırdı.
Perdeyi aralardım. Cevahir’i görürdüm karşı kaldırımda. İçkiden bulutlanmış lacivert gözlerini pencereye diker, bıkıp usanmadan perdeyi aralayacağım anı beklerdi. Çünkü güzeldim. On dört yaşında Annemin çekmecedeki bir fotoğrafını bulunca anladım bunu. Çekik gözleri, uzun siyah saçları ile edalı bir Çerkez kadını... Elimde fotoğraf aynaya baktım. O kadın bendim. Kendine daha fazla güvenen, güçlü biri yapmadı bu farkındalık beni. Aksine kuytulara saklandım. Rahatsız edilmekten, alışık olduğum düzenden koparılıp uzaklaşmaktan hep korktum.
Bu duygunun başlıca nedenlerinden biri de Deli Emineydi. Eyüp’te yaşlı Annesiyle yaşarmış Emine. Semtin en güzel kızıymış. İsteyeni çok olmuş ama hiç birine gönlü düşmemiş. Sonra bir deniz subayıyla tanışmış, evlenmişler. Mutlu mesut yaşarken bir akşam kaçırmışlar onu. Bir hafta ortalarda gözükmemiş. Geri döndüğünde ağzı burnu kan içinde, kendini bilmez haldeymiş. Şefkate, ilgiye en ihtiyacı olduğu zaman eşi terk etmiş. Annesi de kısa bir süre sonra ölünce, aklını yitirmiş. Oturdukları evi yakmış, sokaklara vurmuş kendini. Sokakların kızı derlerdi ona. Tanıdık bir yüz görünce, elleri iki yanına yapışık, koşarak gelir; parmaklarıyla sigara işareti yapardı. Aldığı sigarayı içmeden yere atar, ayakkabısıyla ezerdi birilerinden intikam almak istermişçesine. Emine’yi her gördüğümde yolumu değiştirirdim. Güzelliğin bir lanet olduğunu anımsatırdı bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder